20 Eylül 2013 Cuma

SHIRIN NESHAT: “Türkiye’ye gelmek evime dönmek gibi…”

SHIRIN NESHAT: “Türkiye’ye gelmek evime dönmek gibi…”

1957 yılında İran’ın Kazvin şehrinde doğan Shirin Neshat, uzun yıllardır New York’ta yaşıyor. Batı hayranı doktor babasının etkisiyle, Tahran’daki yatılı Katolik bir okula devam eder. Babasının Batı ideolojilerini benimsemesiyle, Neshat da Batı feminizminin bir biçimini kabul eder. İran Devrimi’nin başladığı dönemde Neshat, ülkesinden ayrılır ve Los Angeles’e sanat eğitimi almaya gider. Devrim’den bir yıl sonra San Francisco körfez bölgesine gider ve Dominican Kolej’e başlar. Daha sonra UC Berkeley’de üniversite, master ve güzel sanatlar master’ını tamamlar.
Okulunu bitirdikten sonra New York’a taşınır ve Storefront Sanat ve Mimari’nin yöneticisi Koreli küratör Kyong Park ile evlenir. Burada, ilerideki sanat yaşamında etkili olacak birçok farklı ideoloji ile tanışır. Bu süre zarfında ciddi anlamda bir sanat üretimi yoktur. 1990 yılında İran’a gider ve hatırladıkları ile gördükleri arasındaki ciddi fark onu şok eder. Neshat’ın ilk dönem fotoğraf serilerinde “Unveiling (Peçeyi Açma)” (1993) ve “Allah’ın Kadınları” (1993-97), kendi ülkesindeki İslami köktencilik bağlamında kadınlık kavramını inceler. Bu serideki tüm kadın portrelerinin üzerine kaligrafi uygular. Neshat, çalışmalarında çağdaş İslam toplumlarındaki kadınların sosyal, siyasal ve psikolojik deneyimlerinin boyutlarını ele alır. Ayrıca Farsça şiir ve kaligrafi kullanarak, şehit, sürgün alanı, kimlik ve kadınlık sorunları gibi kavramları inceler.
2001-02 yıllarında, şarkıcı Sussan Deyhim ile işbirliği yaparak “Logic of the Birds” isimli multimedya çalışmasını gerçekleştirir. Video çalışmaları arasında “Anchorage” (1996), “Shadow under the Web” (1997), “Turbulent” (1998), “Rapture” (1999) ve “Soliloquy” (1999) bulunuyor. 1999 yılında 48. Venedik Bienali’nde “Turbulent” ve “Rapture” çalışmaları ile “Uluslararası Ödül”e layık görüldü. 2009 yılında Shahrnush Parsipur’un aynı adlı romanından esinlendiği, uzun metrajlı “Women Without Men” filmiyle 66. Venedik Film Festivalin’de Altın Aslan ödülünü aldı. 2006 yılında, sanat dünyasının en önemli ödüllerinden olan The Dorothy ve Lillian Gish Ödülü’ne layık görüldü. Bugüne kadar dünyanın sayılı galeri ve müzelerinde sergi açan, bienal ve sanatsal etkinliklere katılan Neshat’ın eserlerini ilk satın alan kişiler arasında yine dünyanın bir diğer önemli kadın fotoğraf sanatçısı Cindy Sherman bulunuyor.


Sayın Shirin Neshat, sizinle röportaj yapmak büyük bir keyif. Çok teşekkür ederiz. Bazı çalışmalarınız 5. Uluslararası İstanbul Bienali’nde (1997) gösterilmişti. Fakat ilk kez kişisel bir sergi için İstanbul’a geliyorsunuz. Çağdaş Türk Sanatı takipçileri, dünyadaki diğer sanatseverler gibi sizin fotoğraflarınızı, özellikle “Allah’ın Kadınları” serinizi çok yakından biliyor. 1990’lı yıllardan bu yana dünyanın her yerinde kişisel ve solo sergileriniz oldu, fakat İstanbul’da ilk kez. Bu sergi hakkındaki duygularınızı öğrenebilir miyiz?
Öncelikle İstanbul’da sergi açmak çok heyecan verici. Evet söylediğiniz gibi çok uzun bir süre önce İstanbul’da eserlerim sergilenmişti. Eserlerimin içeriği bu süre zarfında çok değişti, o yüzden tekrar burada olmak çok güzel. Benim için bundan daha önemli olan Türkiye, benim için çok özel bir ülke. İran doğumluyum ve ülkelerimiz sınır komşusu. Ülkemden sürgün edildiğim içim ailem ile Türkiye’de buluşuyoruz. Ayrıca Türkiye ve İran’ın kültürel, politik ve duygusal açıdan birçok ortak yanı var. Benzer müzikler, benzer şiirler… Her ikisi de eski medeniyetler olduğu için birçok kültürel bağ var. Çağdaş olarak baktığımızda da aynı ilişkiler devam ediyor. Gerçekten bu sergi vasıtasıyla tekrar burada olmak büyük onur ve keyif. Yıllarca Batılı ülkelerde çalıştıktan sonra, Türkiye’de olmak çok güzel. Doğu’da sergi açtığım tek ülke Türkiye. Biliyorsunuz İran’da sergi açamıyorum, hatta ziyarete bile gidemiyorum. Türkiye’ye gelmek evime dönmek gibi bir duygu benim için.

10 Mayıs’ta Dirimart’ta ve 11 Mayıs’ta santralistanbul’da yapılacak sergi açılışlarınızda bulunacaksınız. İstanbul’da ziyaret etmek istediğiniz yerler var mı? Belki de İstanbul yeni bir fotoğraf seriniz için ilham kaynağı olur?
İstanbul’u gezmek için defalarca geldim, çok yakından bildiğim bir şehir. Kapalıçarşı’ya tekrar gitmeyi çok isterim, turistik bir gezi yapmayı düşünmüyorum. Bunların hepsini zaten gördüm. Sadece etrafta yürümek istiyorum. Pera Palas ve Büyük Londra Oteli’ni çok seviyorum. İstanbul Bienali için geldiğimde Büyük Londra Oteli’nde kalmıştım. İstanbul’da arkadaşlarım var. Aya Sofya, Mısır Çarşısı, Kapalıçarşı hepsi müthiş. Bence dünyanın en güzel şehirlerinden biri İstanbul. Manzara, insanlar, şehrin kokusu ve sesleri… Sanırım buraya aşığım. Şehrin enerjisini tekrar hissedeceğim için çok heyecanlıyım. Sergi için ailem de İran’dan geliyor. Babam, kız kardeşlerim ve onların çocukları… Onlarla zaman zaman İstanbul’da buluşuyoruz. Onlar da çok heyecanlı, uzun zamandır birbirimizi görmedik. İstanbul’a son geldiğimizde kız kardeşimin kızı burada evlenmişti. Ailemden yüzlerce kişi buradaydı. Daha sonra Bodrum’a gittik. Harika anılarımız oldu. Tabii ki bu arada İstanbul’da fotoğraf da çekiyorum. İstanbul Bienali için geliyorum şehre. Bir de Mardin’de iki video çektim, orayı da çok seviyorum ve çok özledim.

“Mourners (Yas Tutanlar)” olarak adlandırdığınız yeni fotoğraf seriniz Dirimart’ta sergilenecek. “Yas Tutan İnsanlar” konusunda çalışmaya nasıl karar verdiniz ve neden Mısır’da çalıştınız?
“Mourners (Yas Tutanlar)” serisinin yanı sıra başka fotoğraflar da olacak. 2012 yılında oldukça geniş çaplı bir çalışma olan “The Book of King” fotoğraf serimi New York’taki galerimde sergilemiştim. Bu seri Arap Baharı, İran’daki “Yeşil Hareket” ve genç insanlarla ilgiliydi. Genç insanların daha fazla demokrasi ve değişim için verdiği inanılmaz mücadeleyi ve enerjilerini sorguluyordu. Bir fotoğraf enstalasyonunda 65 fotoğraf vardı. Bazıları İstanbul’da çekilmişti. Geçen Kasım ayında Mısır’a gittim, çünkü Devrim’den sonra, üzüntü, kaybetme, ümitsizlik, hayal kırıklığı duyguları vardı. Ayrıca İran ve Orta Doğu’daki “tutku” duygusu da çok ilgimi çekti, birçok insan öldü. Sokaklardaki duygu çok üzüntü vericiydi. Mısır’da aynı zamanda başka bir film için de çalışıyorum. Devrim’den önce, Devrim boyunca ve Devrim’den sonra yaşananları görme imkanım oldu. Derin bir “kayıp” duygusu vardı. Bir grup fotoğraf çekmeye karar verdim. 2012 yılında sergilediğim “The Book of King” fotoğraf serim genç aktivist insanlar hakkındaydı. Buradaki portreler korkusuz, güzel ve cesurdu. Bu yeni serimde ise, bu insanlarla ilişkili olan kişileri fotoğrafladım. Yaşananlara şahit olan aile bireyleri ya da yaşlı insanlar. Belki onlar da yakınlarını kaybetmişti. “Mourners (Yas Tutanlar)” serisindeki fotoğraflar “kişisel ve ulusal kayıplar” hakkında. “Mourners (Yas Tutanlar)” serisi, çok geniş çaplı bir çalışma olan “The Book of King”in en son parçası. Fotoğraflar Kahire’deki stüdyomda çekildi. Bu insanlar, sıradan, çalışan sınıfa ait ve çok fakirler. Onlarla duygularını, hikayelerini paylaşmaya çalıştım. Ayrıca benimle birlikte fotoğrafları çekmeme yardımcı olan fotoğrafçı da sadece iki ay önce, 22 yaşındaki kızını kaybetmişti. Onlarla, keder ve kayıp duygusu hakkında konuştuk. İnsanlar ağlıyor. Bunları fotoğraflamak çok üzücüydü. O yüzden bu seri Arap Baharı’nın son bölümüne adandı.

Sanatsal kariyerinizin başından bu yana Müslüman toplumların sosyal, kültürel ve dini kodlarına ve kadın-erkek gibi bazı karşıtlıkların karmaşıklığına gönderme yapıyorsunuz. Ayrıca çağdaş İslam toplumlarında kadın kimliği, yeri ve rolünü vurguluyorsunuz. “Mourners (Yas Tutanlar)” serinizin sanatsal ve sosyal katmanlarına baktığımızda bize neler söylüyorlar. 1979 İslam Devrimi’ne gönderme yapan “Allah’ın Kadınları” (1993-97) serinizden farklı olarak erkek portreleri de kullanmaya başladınız? Yine Orta Doğu’da yaşanan değişimlerin ve Arap Baharı’nın izlerini görüyoruz sanırım.
Daha önce benim çalışmalarımda kadın ve erkek arasında büyük bir ayrım vardı. Şimdi yeni çalışmalarımda onlar birbirine çok daha yakın. Evet, çok haklısınız. Eğer benim ilk fotoğraflarımı düşünürseniz, “Allah’ın Kadınları”nda olduğu gibi, bu dönem İran’daki İslam Devrimi’ne denk geliyordu, din gerçek amacından uzaklaşmış ve çok baskındı, temel olarak kadın ve erkek birbirinden çok ayrıydı. Ayrıca kadınlar boyun eğiyor ve İslam dininin değerleri ile hareket ediyorlardı. Bugün, İran toplumuna, “Yeşil Hareket” döneminin fotoğraflarına ve videolarına bakarsak, sokaklarda en az erkekler kadar protesto yapan kadınları da görebilirsiniz. Bu durum tarihte yeni bir sayfaya işaret ediyor, yeni nesil daha eğitimli, kadınlar daha eğitimli, kadınların hiçbiri itaatkar, pasif ve kurban değil. Bu kadınlar, erkekler kadar aktif ve eğitim düzeyleri çok yüksek. Kadınlar, umutları tükenmiş görünmüyor, feminist de değil, erkeklerden nefret etmiyorlar, aksine çok feminen, çok güzeller, çok güçlüler ve kararlılar. Kadın ve erkek arasındaki ayrımcılık yavaş yavaş yok oluyor. İran’ın yeni nesli, din ve politik ideoloji ile ilgilenmiyor, onların ilgisini çeken demokrasi, özgürlük ve adalet. Bugün İran tarihini temsil eden resim bu. Eğer “Allah’ın Kadınları”ndaki eski fotoğraflarıma bakarsanız, buradaki portrelerin hepsi kadın ve dindar. Hatta yeni fotoğraflarımda kadınlar peçe bile takmıyor. Dinin hayatlarını yönetmesi ve kadın-erkek ayrımı fikrini reddediyorlar. Benim çalışmalarım gerçekten İran tarihindeki değişikliklerin yansıması.

Sizin hüzünlü portrelerinizi ileride gülerken görebilecek miyiz?
Aslında onlar ağlamıyor. Aslında hiçbir şey yapmıyorlar. Benim fotoğraflarımın çoğunda insanlar sadece bakıyor. Duygularını gerçekten göstermiyorlar. Evet, son seride ağlıyor gibi görünebilirler. Ben de onların gülmesini çok isterim ama 30 yıldan fazladır yas tutuyorlar ve hüzünlüler.

Ayrıca “Turbulent”, “Rapture”, “OverRuled” isimli üç video çalışmanızı da fotoğraf serginize paralel olarak santralistanbul’da izleme şansımız olacak. 1999 yılında 48. Venedik Bienali’nde “Turbulent” ve “Rapture” çalışmalarınız ile “Uluslararası Ödül”e layık görülmüştünüz ve tanırlılığınız uluslararası boyuta ulaşmıştı. “OverRuled” ise Performa’nın 4. edisyonu için hazırlanmıştı ve 2011 Kasım’ın da gösterilmişti. Ses ve şarkı, video enstalasyonlarınızın önemli unsurları. Bu videoların kavramsal altyapısı ve içeriği konusunda neler söyleyebilirsiniz? 
Bu üç video çalışmamı birlikte sergilemek gerçekten çok önemli. Çünkü video işlerimin evrimini, çalışmalardaki değişiklikleri ve benzerlikleri gözler önüne seriyor. En son işim “OverRuled” ve “Turbulent”e bakarsanız, her ikisi de protesto hakkında. “Turbulent” videosunda kadınlar, geleneksel müziğin sınırlarını kırmaya çalışıyor. “OverRuled” videosunda ise, iki şarkıcı hükümeti protesto ediyor. “Rapture”da da aynı şekilde, cinsiyetler arasındaki eşitsizliklere bir karşı çıkış var. Kadınlar okyanus kıyısına geliyor, bir bota binip uzaklaşıyor ve erkekler kıyıdan bakıyor. Üç çalışma da benim sanat kariyerimdeki değişimleri gözler önüne sererken, müzik ve insanların güç için savaşma fikrini sorgulamaya olan tutkumu da anlatıyor. Protesto, savaş benim çalışmalarımda sürekli ortaya çıkan temalar. Bu çalışmaların hepsi siyah-beyaz. Sanırım benim videolarımı daha önce izleme şansı bulamayan Türk izleyicilerin, benim fikirlerimi anlaması için, küratörün bu üç videoyu seçmiş olması güzel bir fırsat.

“Book of Kings” (2012) fotoğraf serinize kadar, “Women Without Men” gibi daha çok film ve video çalışmalarınıza ağırlık vermiştiniz. Tekrar portre çalışmalarınıza geri döndünüz. Shirin Neshat’ın sanatı dediğimiz zaman ilk aklımıza gelen imge, portrelerin üzerine uygulanmış şiir ve kaligrafi. Şiir ve kaligrafi tutkunuz hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Video çalışmalarımda müzik, fotoğraflarımda şiir kullanmam benim için bir çeşit duygu aktarımı. Çalışmalarım sosyo-politik içeriğe sahip. Müzik ve şiir sayesinde, işlerimin politik boyutlarını tarafsızlaştırabiliyorum. Kaligrafi de aynı işleve sahip. Fotoğrafın üzerine yazdığım zaman, bir çeşit ses etkisi yaratıyor. Fotoğraflar sembolizm ile çok fazla yüklenmiş durumda ve birçok konuya gönderme yapıyor. Ve fotoğraflar oldukça karanlık. Kaligrafi onların daha güzel ve daha şiirsel görünmesini sağlıyor. Benim için videoda müzik, fotoğrafta kaligrafi kullanmanın aynı şiirsel ve duygusal ilişkisi var.

Detroit Institute of Arts’ın organize ettiği çok önemli orta-kariyer retrospektifiniz 7 Nisan’da açıldı ve 7 Temmuz’a kadar izlenebilecek. Neden Detroit?
Bu retrospektif beni çok heyecanlandırıyor çünkü bugüne kadar benim çalışmalarım ile ilgili yapılmış en geniş kapsamlı sergi. Ayrıca Detroit de çok büyüleyici, benim Amerika’daki en favori şehrim. Mücadele eden bir şehir. Zengin tarihi, mimari mirası var. Güçlü bir halkı var. Ayrıca ırkçı ayrımcılık nedeniyle, beyazların çoğu şehri terk etmiş durumda. Daha çok zenciler yaşıyor. Burada çok fazla şey yaşanmaya devam ediyor, müzik, sanat ve kültür etkinlikleri çok önemli. Detroit çelişkiler şehri, benim çelişki, güzellik kavramlarına dayanan çalışmalarıma çok uyuyor. Politik gerçekleri de temsil eden bir şehir. Sergimin burada olması fikri çok hoşuma gidiyor ve gurur duyuyorum.

Bildiğim kadarıyla “Women Without Men”den sonra ikinci uzun metrajlı filminiz ve Katar Ulusal Müzesi’nin siparişi olan bir video üzerinde çalışmaya devam ediyorsunuz. Bu gelecek projeleriniz hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Evet, şu anda Mısırlı şarkıcı Oum Kolthum (Ümmü Gülsüm) ile ilgili filmim üzerinde çalışıyorum. 1975 yılında yaşama veda eden ikon bir isim. Kadın olan bu şarkıcı, 20. yüzyılın en önemli figürlerinden biri. Sanırım birçok Türk dinleyici onun şarkılarını biliyordur. İki buçuk yıldır kendimi bu işe adadım ve Mısır’da birçok araştırma yaptık. 2014 yılında gösterime sunmayı planlıyorum. Katar Ulusal Müzesi’nin siparişi ise bir video çalışması. Katar’ın kültürünün, insanlarının, manzaralarının özünü yansıtan bir çalışma olacak.

Son olarak okuyucularımız için bir mesajınız var mı?
Röportaj için çok teşekkür ediyorum. Umarım Türk sanatseverler sergimi gezerler ve keyif alırlar. İstanbul’u ikinci vatanım olarak görüyorum ve orada olmak için sabırsızlanıyorum.

Röportaj: Ümmühan Kazanç, Milliyet Sanat, 8 Mayıs 2013, s.67-69

MEMDUH KUZAY: TUVALDE NEHİR GİBİ AKAN RENKLER

Tuvalde nehir gibi akan renkler


Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi mezunu Memduh Kuzay, 1980 yılından bu yana Türkiye’de ve dünyanın çeşitli şehirlerinde karma ve kişisel sergilere katılıyor. En son Tayvan’da sadece Türk modern ve çağdaş sanatı konusunda uzmanlaşan Wingrow Art Gallery’de eserlerini sergiledi. Kuzay, pop ve soyut ekspresyonist eserleri ile büyük ilgi görüyor.

Resimde özgün olmak çok önemli. Memduh Kuzay’ı farklı kılan, onun resmini hayranlıkla izlenir kılan çekici güç nedir?
Sanatın bütün yelpazeleri için “olmazsa olmaz” olan özgünlüktür. Doğa yarattığı her bir insanın parmak izini bile farklı oluşturdu. Sanatta özgünlük parmak izi gibi olmalıdır. Ülkemiz sanat dünyasında ne yazık ki “özgün” olan, bir elin parmakları kadardır! Dünya sanatını yakından izleyen herkes bunu bilir; bu bilgi donanımı ve “dikkat” ile ilgilidir. Bu da ülkemizde fazlasıyla eksik olan bir şey… Sanatçı, herkesten önce kendi yaptığına, kendisi âşık olmalıdır. Başka hiçbir sanatçının bir milim fırçası kendi tuvaline değmemelidir -gerçi son zamanlarda kendi imzasını bile başkalarının yaptıklarıyla ortaya çıkan “büyük” sanatçılar yok değil, sanırım Rönesans’ın usta-çırak sistemine henüz yeni ulaştılar-.
İçimde yaşattığım sanatıma olan tutkuma yıllardır edindiğim bilgimi de ekleyince, günde en az 15 saatimi atölyemde geçirince bu güç doğdu. Ben resimlerimin santimetre karesini atlamam, adeta bir kuyumcu hassaslığı gösteririm, ayrıca hayata hep pozitif bakar, yakaladığım tüm değerlere kendimce en güzel elbiseyi tüm renklerimle giydirmeye çalışırım, teknik olarak kendi icatlarım vardır. Sonuç olarak Einstein’ın dediği gibi “Aynı şeyleri tekrarlayarak farklı sonuç beklemek aptalların işidir.” Bu benim hep kulağıma küpe olan bir sözdür.

Yılda kaç resim yapıyorsunuz? Eserlerinize gösterilen ilgiden memnun musunuz?
25 yıldır profesyonelce çalışıyorum, Türkiye’de 6 binin üzerinde, yurtdışında da (özellikle Amerika) 2 bin kadar eserim satıldı. Yılda yaklaşık 500 resim yapıyorum. Eserlerime gösterilen ilgi kuşkusuz beni mutlu ediyor, çünkü ben eserlerime ilgi duyanları eserlerimle mutlu ediyorum, bunu biliyorum.

Resimlerinizde sizin karakterinizin ipuçlarını alabiliyor muyuz? Günlük yaşamınızda neler yaparsınız, nelerden hoşlanırsınız?
Resimlerim, benim hayallerimin görselleridir, çok hayal kurarım, çocukluğumdan gelen bir şey bu sanırım, genetik hafızamla ilgili olsa gerek. Çok renkli bir hayatım var, düşük standartlarla çok şeyi yaşamanın şifrelerini çözdüm gibi… Dünya’yı mümkün oldukça gezmeye çalışırım, bu yerlerdeki tek adresim ise seyahatler dışında en az 15 saatim atölyemde geçer, Amerika, İstanbul-Ortaköy, Mersin ve doğduğum köyde -Kayseri’nin bir dağ köyü- aynı atölye sistemini kurdum ve oralarda da çalışmalarımı devam ettiriyorum. Tembellikten nefret ederim, yalan, palavra ve onun getirdiği türevlerden uzak dururum… Güzel yaşama dair her şeye bayılırım… Vazgeçemediğim tutkum, erken saatlerde başladığım kahve ve sigara. Ortaköy’de yaşadığım için bu iki alışkanlığımı, boğazı ve Sarayburnu şehvetini seyrederek güne başlarım, sonra da atölyeye gelir, önce arka bahçemdeki dostlarımı beslerim. 20’ye yakın kedi arkadaşım var, onlar da Ortaköylü…

Sanatçı değişim göstermeli mi? Hangi açıdan; düşünsel mi, ifade şekliyle mi?
Kuşkusuz değişim göstermeli; sanatçı sürekli hareket halinde olmalıdır, yukarıda Einstein’ın sözünü hatırlattım, bence bu her şeye en net yanıttır. Her şey hayallerimizle başlar, gerekli olan tek şey bilgi ve deneyimizi zenginleştirme arzusuna ve olumlu bir ruh hali ile yeni bir şeyi denemek içinde yeterince açık fikirliliğe sahip olmamızdır. Düşünsel olarak tasarladıklarımızı, ifade şekli ile hayata sunarız. Yaşattığımız farklılıklar ve bunun getirdiği değişimler tamamen bize ait olduktan sonra değişim hedef bile olmamalıdır.

Tayvan’da Türk sanatı üzerine yoğunlaşan ve uluslararası üne sahip sanatçılarımızın sergilerine ev sahipliği yapan Wingrow Art Gallery’de “Shall we dance, İstanbul” isimli serginiz yer aldı. Eserlerinizden yayılan İstanbul müziğinin tınısına Tayvanlıların ilgisi nasıldı?
Uzak Doğu’nun binlerce yıllık sağlam kültürü, sanatı ne denli ciddiye aldıklarının ipuçlarıyla doludur. Wingrow Art Gallery benim kişisel sergimi yaptı, üç konseptten oluşan bu sergimde 60 eserim yer aldı. Sergi son derece başarılı oldu, gerek galeriden gerekse bana direk ulaşanlardan bilgece sözler duydum. Bu beni şaşırtmadı, çünkü hem Tayvan’ın kültür düzeyini biliyorum, asıl önemlisi ben ne yaptığımı biliyorum.

Wingrow Art Gallery ile ilgili neler söyleyebilirsiniz?
Wingrow Art Gallery, Asya’da Türk modern ve çağdaş sanatı konusunda uzmanlaşan tek galeri. Coğrafik uzaklık, medyanın fazla ilgi göstermemesi nedeniyle Tayvan’da Orta Doğu sanat eserleri çok ender bulunuyormuş. Wingrow Art Gallery, bu nedenle Türk sanatını, uluslararası sanata büyük ilgi duyan Tayvanlı sanatseverlerin beğenisine sunmaya karar vermiş. Ekim 2009’da gerçekleştirdikleri büyük açılışta “İstanbul’u Araştırmak” ve “Ruh Açığa Çıkıyor, İstanbul” isimli iki grup sergisi düzenlemişler. Ergin İnan, Mehmet Gün, Ertuğrul Ateş ve Onay Akbaş gibi sanatçıların sergisinden sonra benim sergim yer aldı. Türk resmindeki hassas renk zevki, antik mitolojiden metaforlar, farklı kültürlerden etkileşim, halk öykülerinden betimlemeler, kaligrafi estetiği gibi özellikleri çok sevdikleri için Türk sanatçıların sergilerine yer veriyorlar. Benim sergim için yayınladıkları sergi kataloğunda resimlerimi şu sözlerle tanımlıyorlardı: “Kuzay’ın tablolarındaki renk zenginliği, ritmik görsel iletişim ve hemen hissedilen Türk dokusu ve nüansları ile Tayvanlıların kalplerinde yer edeceğini umuyoruz. Kuzay’ın resimlerini başka bir şey ile karşılaştırmak isterseniz, gerçek bir karnaval olarak tanımlayabiliriz. Bu partide renk, karnavalın ana teması. Resimlerin arkasına gizlenen müzik faktörü ise, müzik notaları gibi, tuvalden dışarı çıkıyor ve bir renk konçertosu ya da dans müziği oluşturuyor. Tuvaldeki zengin renkler bir nehir ya da bir ipek kumaş gibi akıyor…” Bir sanatçı olarak bu sözleri duymaktan çok büyük mutluluk duydum.

İlk resim deneyiminiz, 3-4 yaşlarındayken evinizin duvarlarına çizdiğiniz “Dünya Haritası” adlı çalışmanız ile başlamış. Kilden kendiniz için oyuncaklar yapmayı seviyormuşsunuz. Resme başlama serüveninizi sizden dinleyebilir miyiz?
Hatırlayabildiğim kadarıyla resme beyaz toprak badanalı odamızın duvarına kömür kullanarak çizdiğim “şey”lerle başladım, bu “şey”ler çevremde sürekli gördüğüm at, eşek, öküz gibi hayvan figürleriydi, bu figürlerden aynı zamanda heykelcikler yapardım. Bunlar aynı zamanda kendi ayrıcalıklarım olurdu, ama hep “çizmek” ağır basardı bende. Sadece duvara değil, kavak ağaçlarının gövdelerini de bıçakla çizerdim. Sanırım doğanın bana yüklediği resim programı o zamanlar çalışmaya başladı. Birden beşe kadar bütün sınıfların aynı mekâna sığdırıldığı “okul”suz bir köyde okudum, olanaklar yok kadar azdı. Buna çocuğu keşfedecek, onu yönlendirebilecek öngörüsü ve bilgisi olmayan bir öğretmeni de eklediğinizde şansınızın ne olacağı netleşir! Öyle ki; tüm okulca çıktığımız bir kır gezisinde -kaldı ki tüm hayatımız kırda, dağda, bahçede geçiyordu zaten- öğretmenin “resim yapacaksınız” demesiyle oluşan sevincimi de hiç unutmadım. Ancak bize verdiği resim konusu da bir o kadar şok etmişti hepimizi, çünkü “Tayyare resmi yapın” demişti… Tayyare bir tarafa, o ana dek gördüğüm araba ya iki ya da üç tane idi, onlar da köyümüze ulaşıncaya dek sıkça arızalanan resmi araçlardı. Vadiye kurulu köyümüzün tepesinden, ince beyaz bulut gibi iz bırakarak binlerce metre yüksekten geçen şeylerin “tayyare” olduğunu büyüklerimiz bize anlatırdı. Tayyare ile ilgili kurduğum hayali görsel hale dönüştürmüştüm, uçtuğuna göre kanatları olmalıydı, kanat yaptım, arabaya da benzemeliydi, teker de yapıp “tayyare” resmimi tamamlamıştım. Öğretmen resmime bakıp “ulan sen ne zaman tayyare gördün?...” demesi hiç aklımdan çıkmadı. 45 yıl önce başlayan serüven son hızla devam ediyor işte.

Mimar Sinan Üniversitesi’nde Özdemir Altan’ın atölyesindeki deneyimlerinizi “doğanın bana attığı mayanın tam tutma süreci” olarak değerlendiriyorsunuz. Bu dönemden sanatınıza yansıyan tecrübeler nelerdir? Nasıl bir öğrenciydiniz?
Özdemir Altan atölyesinde öğrenci olmak biraz “zor”du, ancak bir o kadar da eğlenceliydi. Hocamız her yıl düzenli olarak şarap günü düzenlerdi. Bu Fransız akademi geleneğinden gelen bir şeydi sanırım. Sevgili hocam Güngör Taner’in vizyonu ise bize mutlu ederdi. Ben ilk 3 yıl hocam Özdemir Altan’ın hayranıydım. Yaptığı resimler beni büyülerdi. Ben de hocam gibi yapmaya çalışırdım, tabii öncesinde iki yıl sıkı bir desen sürecimiz oldu, bazen “desen”den çok sıkıldığımız olurdu. Ama yıllar sonra anladım ki o gerekli bir süreçmiş. İşte benim “maya”mın tutması o döneme dek gelir. Doğrusu sabahları atölyeye ilk gelenler arasındaydım. Disiplinli bir program uyguluyordum kendime… Sanırım sevgili hocam bu yönümü görmüş olmalı ki akademi tarihinde 2. sınıf öğrencisi ilk kez atölye başkanı olmuştu, o da bendim ve bu atölye öğrencilerinin oylama yöntemiyle olmuştur, bu 2 yıl devam etti.
Bu dönemler sanatsal tavır almak ve belli bir rota oluşturmak için erkendi. Bunu hissediyordum. Sadece o dönemlerde bile çok yoğun çalışıyordum, öyle ki diploma sergisi (okul içinde) için gereken asgari resim sayısının yaklaşık 3 katı bir sayıyla eserlerimi sergilemiştim, iyi bir derece ile mezun oldum ve bu beni “artık ressam oldum” durumuna taşımıştı, ne zaman ki yurt dışına çıktım ve sanat dünyasının kıyısının kıyısına girdiğimde “hiçbir şey” olmadığımı görmüdüm, sahip olduğum tek şey gerçekten iyi bir desen altyapısıydı… Asıl “okul” ondan sonra başladı.

Hans Hoffman’ın asistanlığını yapan renk ustası Hanry Hincher’den “rengin bir matematik olduğunu öğrendim” diyorsunuz. Rengin matematiği nasıl bir kavramdır? Eserlerinizde de çok renkli bir müzik gibi tüm renkleri canlılığı ve parklılığı ile hissediyoruz.
Hanry Hincher’la tanışmam, benim sanat hayatımın, sahip olduğum kavramların tamamen değişmesine neden oldu. New Orleans’ta “Meydan Ressamlığı” yaptığım 1986 yazında tanıştım. Profesyonel sanatçılara ve akademisyenlere verdiği renk ve boya kursuna davet ettim. Sınavla alıyordu kursiyerleri, oysa benim bu sınava girmemin gerekli olmadığını ve kursa direk başlayabileceğimi söyledi. Ve ben 3 yaz kurs verdiği her eyalette onu takip ettim. Evet, resim bir matematiktir, renk ise bu matematiğin rakamlarıdır. Hangi tarzda olursa olsun desenin, ışığın, rengin kompozisyon halini alabilmesi için dengenin çok iyi hesaplanması şarttır, bu dengeyi oluşturan değerler ise matematiksel hesaptır, tabii ki bu rakamların çarpımı, toplamı vs. gibi algılanmamalı. Söylemeye çalıştığım şey; yükleri iyi paylaştırma oranıdır.
Paletimde bütün renkler hep olur, bunlarla oluşturduğum onlarca değişik tonal renkler ise hep göreve hazırdır. Doğada olmayan hiçbir renk yoktur, bence mümkün oldukça bu sihre hayalimi de katarak “RENK RENK RENK” diyorum. “Renkçi ressam” tanımı bence bilgiden uzak bir tanım; renk kullanmayan veya rengin olmadığı resim olur mu? Siyah beyaz bir resim bile ara tonlarıyla bir renk paleti oluşturur. Ben resimlerimdeki renkleri kirletmiyorum, resimde renkleri temiz tutabilmek güç bir iştir. Bunu, bilen bilir… Sanırım bu yüzden resimlerim hep canlı benim…

Amerika’nın çeşitli eyaletinde uzun zaman sanat çalışmalarınıza devam etmişsiniz. Sanat yaşamınızda Amerika’daki tecrübelerinizin ayrı bir önemi var sanırım.
Dediğim gibi benim asıl okulum Amerika dönemlerim oldu. Orada öğrendiğim en önemli şey “ÖZGÜN” olunmazsa hiçbir şeyin olunmayacağıdır. Çünkü bu çılgın Amerikan dünyasında kendi parmak izinizi göstermek yerine başkalarının eldivenini elinize geçirmenizin hiçbir anlam taşımadığını her defasında gördüm. Yani çorbanın suyunun suyunun suyunu içmek yerine orijinal gerçek çorbadır masaya gelebilecek yemek… Bu anlamda 150 yıllık resim geçmişimizde, etkilenme dışında kopyacılık hâkim olmuştur. Evet, Birleşik Devletler bana sanat yaşamımın sağlam temellerini almamı sağladı. Sonuçta Frank Sinatra gibi şarkı söylemek değil önemli olan…!

İstanbul’un renkli dokusu, resimlerinizin başlıca konusunu oluşturuyor. İstanbul’un renkleri, hikâyeleri, karmaşası ve eşsizliği sizin için ne anlam ifade ediyor?
Yaklaşık 30 dünya ülkesi gezdim. İstanbul kadar etkileyici hiçbir yer görmedim. Tabii ki tüm o şehirlerin de kendi özellikleri ve güzellikleri mutlaka var, ancak İstanbul’da olan birçok şey oralarda yok. Oralarda var olan her şeye ise İstanbul’da fazlasıyla var. Ben İstanbul resimlerim ile sadece tek yönünü vurgulamak istiyorum. Oryantalist yabancı sanatçılar, Cumhuriyet öncesi, sonrası ve günümüzde İstanbul resimleri yaptılar. 2000’li yıllarda bende de böyle bir istek oluştu, ancak hiç kimsenin yapmadığı bir şekilde yapmalıydım; öncelikle hayal ettiğim güzellikte yapmak isterdim. Yaptığım İstanbul resimlerimin tamamında aynı zamanda şehrin binlerce yıllık mitolojik yönlerine de yer verdim. Sosyal dokusu, hatta hatta çokça olan sokak köpekleri ve kedileri de hep mevcut olmuştur resmimde. Birçok kültürün sembolleri ve yapıtları da sık yer verdiğim konular. Dünyada, aynı anda iki kıtada varlığını sürdüren başka bir şehir gösterebilir misiniz? Üstelik söylendiği gibi “ortasından deniz geçen başka bir şehir var mı?”
Tüm Katolik yönleriyle, karmaşasıyla 24 saat yaşayan ve en az beş medeniyetin yaşadığı bir dünya kentinin bir sanatçıyı etkilenmemesi mümkün olur mu? Tabi ki benim için İstanbul’un etrafında oluşan çirkin yığınlaşma değil, benim İstanbul fotoğrafım surlar içinde kalan Yeditepe ve boğaz İstanbul’udur. Yaşamı, yaşanılması için insana kendini hep hissettirir İstanbul…!

Kolaj, tuval ve metal üzerine resim gibi birçok farklı teknikte çalışmalarınızı oluşturuyorsunuz. Ayrıca sanat eserlerinize baktığımızda farklı dönemlerde farklı konulara ağırlık verdiğinizi görüyoruz. Sanatsal dönemlerinizi nasıl tanımlarsınız?
Dediğim gibi ben çok hayal kurarım ve kurduğum hayallerin boşa gitmesini istemem, bu yüzden sürekli garip şeyler denerim. Kafamda oluşanları resim diliyle ve kendi dilimle anlatmaya başlarım, tabi ki bu günübirlik değil, şu ana dek 5-6 tarz çalıştım, her tarzımın bir sonrakine uzanan yolunda en az bin resim yapmışımdır. İşin bana heyecan veren bir başka yönü ise kafamda hala on bin planımın olması, doğmayı bekleyen binlerce aşkım, yani resmim sırada sabırsızca yerlerinde duruyor. Dünyada kolaj tekniği ile yaptıklarımın ilk olduğunu biliyorum, yanlış anlaşılmasın kolaj tekniğinin ilki benim demiyorum, dediğim bu tekniği taşıdığım düzey ve tarz. İtiraf etmeliyim ki kolaj çalışmalarım olanaksızlık dönemlerimin, yani boya, fırça vs. alabilecek paramın olmadığı bir dönemdi. Ve elime geçen tüm sert yüzeylere yapıştırmaya başladım, iğneyle kuyu kazmak gibi bir şey bu. Belirtmek isterim ki asla ve asla hiçbir teknolojik üründen yararlanmadım. Bu teknikte yaptığım yüzün üzerinde İstanbul resmim, en az bir o kadar değişik metal ve malzemelerden oluşan soyut resmim koleksiyonlarda yerlerini bulmuştur. Şu bir gerçektir: sonuçta ortaya “sanat eseri” çıkıyorsa ve en az 2-3 yüzyıl dayanabilecek, bozulmayacak, değişmeyecek malzemelerle doyuruyorsanız ne tür bir malzeme kullanacağınız hiç önemli değil, daha doğrusu fark olmaz.

Siz yaşamını tamamen resme adamış, bugüne kadar onlarca sergi açmışsınız. Resim ve sanat adına tüm hayallerinizi gerçekleştirdiğinize inanıyor musunuz? Bundan sonraki hedefleriniz nelerdir?
Boya dokunmamış hiçbir elbisem, ayakkabım yoktur benim, son 15 yıldır tırnak aralarımın boyasız olduğunu söyleyemem, bilmeyenler çoğu kez tırnaklarımın pis olduğunu sanırlar… Benim oksijenim RESİM… Çalışmadığım nadir de olsa 1-2 gün olunca aşırı agresifleşiyorum ve etrafımdakileri kırdığımı görüyorum. Bu yüzden evliliklerimi -4 kez evlendim-yürütemedim. Yaşamım boyunca resimlerimden çok para kazanmayı aklımdan bile geçirmedim. Yaptığım bir resmi 5 resim daha yapabilmek için makul paralarla sattım. Hayallerimi dizginleyemememden dolayı şu ana dek 7.000’nin üzerinde resim yaptım ve hiçbir zaman onlarla bir pazar oluşturmaya zaman ayırmadığım gibi, önem de vermedim. İçimdeki resim aşkımı yaşayabilmek için küçük fiyatlara resim satmam bana bu aşkı yaşatıyorsa ödül başka ne olabilir ki? Sonsuza tohumladığım ürünlerimin varlığı ve hep var olacağı gerçeği hayallerimin gerçeğe dönüşmesini sağlıyorsa neyi neye göre kıyaslayabilirim. Böyle bir hesap ve yaklaşım ne kadar sığ ve basit olur, bu hayallerimi kendi elimle zehirlemek anlamına gelmez mi? Bunu asla yapmam.

Röportaj: Ümmühan Kazanç, Milliyet Sanat, Temmuz 2010, s.96


İSTANBUL’UN BALKON BAHÇELERİ

ŞEHRİN İÇİNDE ŞEHİRDEN UZAK
İSTANBUL’UN BALKON BAHÇELERİ

Ümmühan Kazanç

Şehirlerin hızla büyümesi ve kalabalıklaşması ile birlikte çoğumuz yüksek apartman dairelerinde yaşamaya mecbur kalıyoruz. Özellikle İstanbul gibi bir metropolde -banliyölerdeki villa kentleri saymazsak- bahçe içine konumlandırılmış müstakil evlere, villalara sahip olabilenlerin sayısı da giderek azalıyor. Peki bu betonlaşmayı ve apartmanların saltanatını şimdilik durduramayacağımıza göre, hayatımıza çiçekler, bitkiler ve hatta balkon ağaçları ile yeni bir boyut getiremez miyiz?   
Evet, kesinlikle... Yaşamdan daha çok keyif almamızı, günlük streslerden biraz olsun uzaklaşmamızı sağlayacak çok keyifli bir yöntem var: Rengarenk balkonlar... Sabah işe giderken veya akşam evinize dönerken geçtiğiniz sokaklardaki apartmanların balkonlarına şöyle kısa bir bakış atarsanız, inanılmaz sürprizlerle karşılaşabilirsiniz. Petunya, sardunya, mor salkım, sarmaşık, hercai menekşeleri ve daha birçok bitkilerle yeşillendirilen balkonlara ve pencerelere -sayıları az da olsa- hayran kalmamak elde değil. İstanbul’un çeşitli semtlerinde, büyük caddelerde, ara sokaklarda yaptığımız “çiçekli balkonları seyir” turunda öyle güzel uygulamalar ile karşılaştık ki, insanoğlunun yaratıcılığını bir kez daha takdir ettik.
Peki bizleri balkonlarımızda ve pencerelerimizde çiçek ve bitki sahibi olmaya iten nedenler nedir ya da rengarenk ve yemyeşil balkonların avantajları nelerdir? İlk ve tartışmasız sebep, yazının girişinde de belirttiğimiz gibi ruhsuz, gri şehirlerde yeşile olan özlemimizin giderek artması. Rahat bir nefes almak, gözlerinize yeşilin her tonu ile bir ziyafet çekmek için her hafta sonu kendinizi şehir dışındaki ormanlara, mesire yerlerine atmanıza gerek yok. Nasıl mı? Tabi ki balkon ve pencerelerinizi doğadan ve cennetten bir köşeye dönüştürerek. “Fakat çiçek bakmak çok zor” dediğinizi duyar gibi oluyoruz. Genel kanının aksine artık çiçek bakmak çok kolay.
İlk olarak yapmanız gereken sayıları her geçen gün artan seraları, fidanlıkları ya da yapı marketlerin bahçe bölümlerini ziyaret etmeniz. Çekingen davranmayın, bir şey satın almayı düşünmüyorsanız bile sera ziyareti başlı başına bir keyif. Hem kendiniz, hem de aileniz için. Yok artık siz de renksiz, ruhsuz bir çevreden sıkıldıysanız planlar yapmanın tam zamanı. Ne kadar saksıya ihtiyacınız olduğunuzu tespit ettikten sonra, bitki ve toprak seçimi için çalışmalara başlayabilirsiniz. İşte size birkaç küçük ipucu. Peyzaj Mimarı Gonca Genç balkon, teras ve pencere önü için çiçek ve bitki seçmeden önce nelere dikkat etmemiz gerektiğini şöyle sıralıyor:
“Bu alanların hangi yönden güneş ve rüzgar aldığı çok önemli. Eğer rüzgar ve güneş etkisini dikkate almadan seçim yaparsanız, çiçek ve bitkilerinizin büyümesi ve çiçek açması geç kalacak, su ihtiyacını ayarlama sorunu ortaya çıkacaktır. Güneş ve rüzgarın etkilerine daha açık bu alanlarda uzun süre çiçekli kalan, saksı kullanmak zorunda olduğunuz için çok fazla kök salmayan bitkileri tercih edebilirsiniz. Örneğin ateş çiçeği, kadife çiçeği ve sardunya güneşin sert ışınlarına karşı oldukça dayanıklıdır. Saksı olarak yerinize göre yuvarlak, uzun-dikdörtgen, makrame, duvara monte edilebilen saksılardan zevkinize uygun olanlarını seçebilirsiniz. Çiçeklerin ilk dikim toprağı çok önemlidir, bu yüzden hangi çiçek için toprak alacağınızı, satın aldığınız kişiye belirtmenizde fayda var. Çiçeklerinizin daha iyi çiçeklenmesi ve gelişmesi için besin ve vitamin takviyesi yapabilirsiniz. Ama buna bütçe ayırmak istemiyorsanız, kaliteli gübreli toprak kullanarak da çok iyi sonuç elde edebilirsiniz”. 
Balkon, teras ve pencere önlerinde dört mevsim renk cümbüşü yaratmak mümkün. Mevsimlik çiçeklerin yıllık takvimi ise şöyle:
       
Kasım-Şubat Dönemi: Kasımpatı, çuha
Şubat-Haziran Dönemi: Hercai menekşesi, çuha, şebboy, sümbül ve lale gibi soğanlı çiçekler
Nisan-Eylül Dönemi: Çiçeklerin coştuğu bu dönemde deyim yerindeyse ne ekseniz yetişiyor ve çiçek veriyor. Petunya, latin, yıldız, kadife, ipek, begonya, cam güzeli, buz çiçeği, lobelia, çin karanfili, acem halısı, lavandula, küpeli...

Onlarca seçenek arasından sizin hangi çiçeği ve rengini daha çok sevdiğinize karar verip fideleri saksılara dikmeniz yeterli. Bu çiçekler ve bitkiler sürekli gözünüzün önünde olacağı için kişisel tercihlerinizi çok iyi belirlemenizi tavsiye ederiz. Kırmızı çiçekten bir kök, mor açanından üç kök, sarısından iki adet çok karışık bir görüntü yaratabilir. Bu yüzden renkleri ve türleri birbirleri ile uyumlu bir ya da birkaç çeşit çiçeği tercih etmeniz balkonunuzun dıştan görünümü için de bir şölen niteliği taşıyabilir. Fideleri seçerken kökleri, yaprakları ve dalları sağlıklı olanları satın almayı da unutmamak gerekiyor. Ve tabii ki yaz aylarında çiçeklerinizi düzenli olarak sular ve belirli aralıklarla vitamin verirseniz tüm komşularınızın kıskanacağı bir görüntü yaratabilirsiniz.
Günümüzde komşuluk ilişkilerinin giderek bozulduğu yolundaki söylemleri daha sık duyar olduk. Bitkileri komşularınız ile paylaşarak ilişkilerinizi güçlendirebileceğiniz hiç aklınıza geldi mi? İşte mükemmel seçenekler: Asma, sarmaşık, hedera, mor salkım, acem borusu, begonvil, yasemin, hanımeli, amerikan sarmaşığı gibi bitkiler apartmanların bahçelerinde büyütülerek birkaç katın balkonuna sardırılabilir. Ve sonra yemyeşil balkonlarda komşularınız ile sohbet etmek, çay yudumlamak çok keyifli olacaktır. Bir de beton etkisini neredeyse sıfıra indirerek, şehrin ortasında yaratacağınız yemyeşil sevimli görüntü için en güzel apartman ödülünü bile alabilirsiniz. Son yıllarda bazı semt belediyelerinin “en güzel balkon” yarışmaları düzenlemeye başladığını belirtelim. Keşke bu yarışmalar “en güzel sokak, cadde ve semt” olarak genişletilebilse. O zaman şehirlerimiz sizce de daha yaşanır olmaz mı? Ama yine de belediyelerin yeşillendirme ve çiçeklendirme konusundaki azimlerini görmezlikten gelemeyiz. Ziraat Mühendisi Petek Cengiz sera ve fidanlıkların sayılarının artış sebeplerinden birini belediyelerin park ve bahçelerde çiçeklendirme ve yeşillendirmede gösterdiği titizliğe bağlıyor: “Fidanlığımıza gelenler parklarda gördükleri fidelerden istiyorlar. Ayrıca belediyeler de bizden çok fazla fidan ve fide satın alıyor. Son yıllarda sera ve fidanlıkların çoğalmasıyla pazara giren, Hollanda ve İtalya’dan ithal fide ve bitkiler, formları ve çiçeklerinin renk zenginliği ile çiçek sahibi olmayı daha cazip hale getiriyor. Bir de devam eden ağaçlandırma kampanyaları halkımızın yeşile olan sevgisini ve ilgisini artırıyor, bitkileri daha yakından tanıma fırsatı sunuyor. İnsanlarımızın yeşile olan özlemi de bu çalışmalara eklenince ileride daha renkli ve daha canlı şehirlerin bizleri beklediğine olan inancımız büyük”.
Balkon ve terasların sadece çiçek yetiştirmek için ideal olduğunu düşünmüyorsunuz değil mi? Benim balkonumda bir saksı nane ve fesleğen var. Dokunduğumda öyle güzel kokuyorlar ki. Yeşil salatam için gereken fesleğen ve nane ihtiyacımı bile balkonumdan karşılıyorum. Dereotu, maydanoz, soğan ve hatta süs biberlerinin bu alanlarda yetiştirilebileceğinizi bir düşünsenize. Kendi elleriniz ile yetiştirdiğiniz hormonsuz ve gübresiz otlarla hazırlayacağınız salatanın tadına doyum olmayacaktır. Bu otların tohumları da yapı marketlerde ve seralarda satışa sunuluyor. Ama sakın bir paket tohumu bir saksıya boca etmeyin, bu otlar çok çabuk büyüyüp yayıldığı için uzun dikdörtgen bir saksıya az miktarda tohum serpmeniz yeterli.
Hazır tohumdan söz açılmışken, mevsimine göre fide alıp saksılarda büyütmenin keyfi başka ama tohumdan çiçek yetiştirme zevkinin ise tarifsiz olduğunu belirtelim. Eğer gerçek bir çiçek tutkunuysanız aman dikkat! Yapı marketlerde ve seralarda yer alan çiçek, sebze ve salata otları tohumları bölümünde saatler harcayabilirsiniz şimdiden uyarıyoruz. Hollanda, İtalya gibi çiçek ticaretinin ekonomilerinde önemli bir yer tuttuğu ülkelerden ithal edilen ve Türkiye’de hazırlanan çiçek tohumları onlarca seçenek sunuyor. Her paketin ön yüzeyinde ekeceğiniz tohumların ileride nasıl bir görünüm alacağı gösteriliyor. Paketlerin arka yüzeyinde ise tohumların toprağa bırakılma, büyüme ve çiçek açma takvimi mutlaka belirtiliyor. Tek yapmanız gereken balkonunuzda nasıl bir renk armonisi yaratmak istediğinize karar vermek. Ve sonra yavaş yavaş tohumlarınızın hayat bulduğunu seyretmek. Bazıları neredeyse bir karınca başı büyüklüğündeki tohumlardan ortaya çıkan mucizeler balkonunuzda çok hoş vakit geçirmenizi sağlayacak. Oldukça verimli olan bu tohumlar ile ihtiyacınızdan fazla fide elde edebilirsiniz. İşte o zaman komşularınız ile fide alışverişinin tam zamanı.
Apartmanımızın ikinci katında bu yıl tüm çevremizi kıskandıracak düzenlemeler gerçekleştirdik. Bir komşumuz rengarenk ipeklerimizi, ben petunyalarımızı ve diğer komşumuzda gece sefalarını tohumlarından yetiştirdik. Fide alışverişimiz eskilerin bir bardak şeker, bir limon ve yumurta alışverişinden çok farklı sayılmaz. Şimdi yemyeşil balkonlarımızda zaman zaman gerçekleştirdiğimiz çay ve kahve partilerimiz yazın boğucu sıcaklarına adeta meydan okuyor. Karşı apartmanımızda ise üç komşunun balkonlarını saran asmalar sayesinde hem dostlukları hem de lezzetli üzümleri paylaştıklarına tanık oluyoruz.  
İstanbul’da hayat giderek zorlaşıyor. Hepimizin tekrarlamaktan yorulduğumuz ama değişmeyen gerçekler yoğun trafik ve iş stresi. Bazıları spor yaparak, yüzerek, sinemaya giderek bazılara da çiçek ve bahçe işleri ile uğraşarak rahatlamaya, hayattan zevk almaya çalışıyor. Balkonlarında çiçek ve bitki yetiştirenlerin sayısı da giderek bu sayede artıyor. Çok yakın zamanda İstanbul’un “Babil’in Asma Bahçeleri” gibi olmasa da daha düzenli ve bakımlı görüneceğine inanıyoruz. “Temiz Toplum”, “Temiz Deniz” gibi kampanyalara ek olarak “Temiz Balkon” çalışmaları başlatsak olmaz mı?
Balkonda çiçek yetiştirmenin öyle çok avantajı var ki: Çiçeklerinizin özlerine göz koymaya başlayan arılar ve kelebekler balkonlarınıza misafir olmaya başlayacak ve şehrin tam ortasında doğanın hala yaşadığına şahit olacaksınız. Yaramaz kargaların etraftan çaldığı ceviz, badem gibi yiyecekleri saksılarınıza gizlemeye çalıştığını hayretle izleyeceksiniz. Bir kabın içerisinde sürekli su bulundurarak sabahları kuş sesleri ile uyanabilirsiniz. Eğer tercihinizi güzel kokulu çiçeklerden yana kullandıysanız balkon keyfinize keyif katacaksınız. Birbirine yapışık apartmanlar çağında, çiçekler ve bitkiler sayesinde balkonunuzu kişiselleştirebilirsiniz. Çiçeklerin yaratacağı doğal duvar sizin kendinizi huzurlu hissetmenizi sağlayacaktır.


Yazının kaleme alınma tarihi 2002 yılı.

BURUN FARKIYLA İSTANBUL

BURUN FARKIYLA İSTANBUL

Ümmühan Kazanç

İstanbul’da hala keşfedilmeyi bekleyen o kadar çok güzellik var ki, her geçen gün şaşkınlığımız artıyor. Tarihi, doğası, kültürel yaşamı yüzlerce gizi barındırıyor sınırları içinde. Bir şehir turumuzda fark ettik ki, İstanbul burunlarıyla da apayrı bir dünya. Kimisi kendi sessizliğine gömülmüş uzaklarda, sadece bir deniz fenerine ev sahipliği yapıyor. Kimisi kalabalık, neşeli ve popüler. “Şehrin canlı hayatına bir de burada tanık olun” diyor sanki. Oradan denize daha yakınsınız, esinti daha kuvvetli, akıntı ve çalkantı daha şiddetli. Bir de burun farkıyla İstanbul’u yaşayalım ve sizlere aktaralım istedik. “Burun” kelimesini gönül rahatlığıyla sarf ettik yazımızda. Burnu oldukça büyük olduğu için bu kelimenin kullanılmasını yasaklayan Sultan II. Abdülhamit artık bizi duyamaz.
Turumuza Avrupa yakasından başlıyoruz, ilk durağımız Sarayburnu. Haliç ile Marmara Denizi arasında yer alan burna, M.Ö. 7. yüzyılda ilk olarak Megaralılar yerleşmiş ve kente Byzantion adı verilmiş. Akropolis ve etrafında çeşitli pagan mabetleri inşa edilmiş, Bizans Dönemi’nde ise Mangena sarayı, çeşitli kiliseler ve Ayasofya Sarayburnu’nda yerini almış. Bugün tüm ihtişamı ile İstanbul’a deniz yolundan gelenleri karşılayan Topkapı Sarayı Osmanlı Dönemi’nde yapılmış. Adını buradaki saraylardan alan burun, günümüzde Gülhane Parkı, geniş yürüyüş alanları, restoran ve çay bahçeleri ile büyük ilgi görüyor. Deniz akıntılarının ve çalkantılarının en güçlü olduğu bu noktadan, Marmara Denizi ve Boğazın seyrine doyum olmuyor. Denizden burna bakıldığında ise yeşillikler arasından fırlayan Topkapı Sarayı’nın kuleleri, Ayasofya ve Sultanahmet Camii’nin minareleri benzersiz bir görsel şölen sunuyor. Ayrıca Sarayburnu Cumhuriyet tarihimizde de ilginç olaylara tanıklık etmiş. Samsun’a gitmek üzere Sarayburnu Rıhtımı’ndan hareket eden Atatürk anısına yapılan heykel, yeşillikler arasından boğazı kucaklıyor. 1926 yılında Avusturyalı heykeltıraş Krippel tarafından yapılan bu üç metrelik bronz Atatürk heykeli mutlaka görülmeli. 1924 Ağustos’unda Mustafa Kemal Sarayburnu'nda ilk kez şapka giymiş, 1928
Ağustos’unda ise burada Türk Alfabesi ile ilgili konuşma yapmış. 
Ortaköy’ün Kuzey sınırında yer alan Defterdar Burnu ise burada bulunan Defterdar Paşa Camii’nden almış adını. Şimdi, Ortaköy Camii olarak bilinen ve 1853-1855 yıllarında Sultan Abdülmecit tarafından yaptırılan Büyük Mecidiye Camii, Ortaköy’ün sembollerinden biri. Ortaköy ve Defterdar Burnu’nda bulunan ve 17. ve 18. yüzyıllarda inşa edilmiş onlarca yalı, 1871 yılında Sultan Abdülaziz tarafından Dolmabahçe Sarayı’nın yapımı için ortadan kaldırılmış. Esma Sultan ve Naile Sultan yalıları günümüze ulaşmayı başarmış ender yapılar. Boğaziçi Köprüsü’nün en güzel seyredildiği bu burunda yer alan kahveler, restoranlar, barlar ve sokak aralarına kurulan hediyelik eşya standları özellikle hafta sonları gençlerin uğrak yeri. Ayrıca iskeleden hareket eden küçük tekneler, keyifli boğaz turları için ideal. Gecesi ve gündüzü ile bambaşka bir eğlence kaynağı olan Ortaköy, İstanbulluların vazgeçemediği bir adres olma özelliğini koruyor.
16. yüzyılda muhteşem bağları, 19. yüzyılda ise çilek bahçeleri ile ün salan Arnavutköy’de bulunan Akıntı Burnu, İstanbul’un renkli köşelerinden biri. 18. ve 19. yüzyılda yalı ve köşkler ile kaplı olan semt, çeşitli büyük yangınlar sonucu, bu muhteşem yapılarını kaybetmeye başlamış. Akıntı Burnu’nda yer alan Hasan Halife Bahçesi, Sadrazam İzzet Paşa yalısı, Mektupçu İbrahim Efendi yalısı 1797 yılında çıkan bir yangında yok olmuş. Yine de Akıntı Burnu mevkiinde bugün yaşamlarını sürdürmeye çalışan yalılar, geçmişin haşmetini günümüze taşımayı başarıyor. Akıntı Burnu çevresinde yer alan geniş yürüme yolu, uzun sahil gezintisini sevenler için bulunmaz bir fırsat. Olta balıkçılığının en yaygın olduğu noktalardan biri yine Akıntı Burnu. Günün her saati, her yaştan kadın ve erkeğin buluşma noktası olan burun, tarihi iskelesi ve feneriyle şirin bir boğaz noktası. Lüks balık restoranları, barları ve modern kahveleri ile Arnavutköy ve Akıntı Burnu oldukça canlı ve renkli bir yaşam sunuyor.
Boğaziçi’nin bir başka keyifli semti Kireçburnu’nun adını Osmanlı Dönemi’nde burnun tam karşı yakasında bulunan kireç ocaklarından ya da buradaki kireç iskelesinden aldığı düşünülüyor. Yemyeşil doğası, temiz havası ile Osmanlı Dönemi’nin en önemli sayfiye yerlerinden olan bölge, bugün de bu özelliklerini korumayı başarmış. Ağaçlarla kaplı yamacı, sahildeki geniş ve uzun yürüyüş yolu, sahil lokantaları, boğaza açılmayı bekleyen gezinti tekneleri ile Kireçburnu, özellikle hafta sonu gezintilerini sevenlerin uğrak yeri. Üstelik boğazın Karadeniz’e açıldığı noktanın engelsiz seyredilebilmesi burayı diğer burunlardan farklı kılıyor.
Bir de İstanbul boğazında el değmemiş, sadece deniz fenerlerine ev sahipliği yapan burunlar da var. Bunlardan biri Çalı Burnu. Rumeli Kavağı’nı geçtikten sonra, yaklaşık yirmi kilometre ileride Garipçe Köyü’ne ulaşmanız gerekiyor. Özellikle doğa sporlarını sevenlerin ilgisini çekecek keyifli bir tırmanıştan sonra ulaşılan Çalı Burnu’nun tepesinde yer alan küçük bir deniz feneri boğaza Karadeniz’den giriş yapan gemilere yol gösteriyor. Tepelerden nefes kesen Karadeniz ve Anadolu Feneri manzarasını seyretmek ise tarifsiz.
Çalı Burnu’nun hemen karşı yakasında Fil Burnu ve daha sonra Kavak Burnu yer alıyor. Anadolu Kavağı’nı geçtikten sonra ulaşılan bu burunlarda da yerleşim yok ama İstanbul’un bozulmamış doğasının peşindeyseniz rotanız bu burunlar olmalı. Anadolu Kavağı’ndan Beykoz’a doğru ilerlerken karşımıza çıkan Selvi Burnu da sessiz sedasız yaşamına devam ediyor. Burası Beykoz balıkçılarının, balık avına çıktıkları bir iskeleyi barındırıyor.
İstanbul’un en eski yerleşimlerinden biri olan Kanlıca’nın da aynı adı taşıyan bir burnu var. Kanlıca Körfezi’nin güneyindeki bu çıkıntıya Lembos Burnu, Kıbrıs Muhassılı Burnu, Küçük Akıntı Burnu da deniliyor. Geçmişte yalıları, musiki alemleri ve tabii ki hala ününü koruyan yoğurdu ile tanınan semt, bugün sahildeki restoran ve kahveleri ile canlılığını koruyor. Burunda yer alan tarihi yalılar geçmişe tanıklık etmeye devam ediyor.
Kandilli Akıntı Burnu olarak da bilinen Kandilli Burnu, etrafını çevreleyen yemyeşil koruları ve ağaçlıkları ile görülmeye değer. İskelesinde yer alan balık lokantaları ve kahveleri keyifli bir gün geçirmek için mükemmel. Osmanlı Dönemi’nde bağları, bahçeleri, kasırları ve yalıları meşhur olan Kandilli, seçkin bir muhit olma özelliğini koruyor.
Boğaz’dan ayrılıp Marmara Denizi’ne doğru ilerlediğimizde Moda Burnu karşılıyor bizleri. 19. ve 20. yüzyılda İngiliz, Fransız, İtalyan aileleri ve onların yaptırdıkları muhteşem villaları ile tanınan Moda, plajı, iskelesi ve Deniz Kulübü ile dillere destan bir yaşamın sürdürüldüğü semtlerden biriydi. Şimdi çay bahçeleri, iskelesi etrafındaki şık restoranları ile özellikle hafta sonları oldukça ilgi gören burun, gün batımını seyretmek için ideal.
Adını 1562 yılında inşa edilen fenerden alan Fenerbahçe, hala burun kısmında bu tarihi fenere ev sahipliği yapıyor. Bizans Dönemi’nde yazlık sarayların, Osmanlı Dönemi’nde padişah bahçelerinin bulunduğu Fenerbahçe Burnu, bugün yine o günleri aratmayacak güzellikte bir parkı barındırıyor. Rengarenk çiçekleri, kahvaltı ve çay servisleri ile ünlü minik kahveleri ile hayatınızı renklendirecek bu park, her mevsim ayrı bir keyif sunuyor. 20. yüzyılın başında plajıyla da ünlü olan Fenerbahçe Burnu’nda bugün İstanbul Yelken Kulübü, Fenerbahçe Spor Kulübü ve Galatasaray Spor Kulübü'nün deniz sporları tesisleri sıralanıyor.
Çevrelerindeki yaşamları ile hafta sonu turları, akşam yemekleri, doğa gezintilerine olanak tanıyan burunlar, bizlere İstanbul’un burunlarıyla da bambaşka bir dünya olduğunu bir kez daha hatırlatıyor.


Yazı: Ümmühan Kazanç, “Burun Farkıyla İstanbul”, Skylife, Ekim 2002, s.52-62.