20 Eylül 2013 Cuma

MEMDUH KUZAY: TUVALDE NEHİR GİBİ AKAN RENKLER

Tuvalde nehir gibi akan renkler


Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi mezunu Memduh Kuzay, 1980 yılından bu yana Türkiye’de ve dünyanın çeşitli şehirlerinde karma ve kişisel sergilere katılıyor. En son Tayvan’da sadece Türk modern ve çağdaş sanatı konusunda uzmanlaşan Wingrow Art Gallery’de eserlerini sergiledi. Kuzay, pop ve soyut ekspresyonist eserleri ile büyük ilgi görüyor.

Resimde özgün olmak çok önemli. Memduh Kuzay’ı farklı kılan, onun resmini hayranlıkla izlenir kılan çekici güç nedir?
Sanatın bütün yelpazeleri için “olmazsa olmaz” olan özgünlüktür. Doğa yarattığı her bir insanın parmak izini bile farklı oluşturdu. Sanatta özgünlük parmak izi gibi olmalıdır. Ülkemiz sanat dünyasında ne yazık ki “özgün” olan, bir elin parmakları kadardır! Dünya sanatını yakından izleyen herkes bunu bilir; bu bilgi donanımı ve “dikkat” ile ilgilidir. Bu da ülkemizde fazlasıyla eksik olan bir şey… Sanatçı, herkesten önce kendi yaptığına, kendisi âşık olmalıdır. Başka hiçbir sanatçının bir milim fırçası kendi tuvaline değmemelidir -gerçi son zamanlarda kendi imzasını bile başkalarının yaptıklarıyla ortaya çıkan “büyük” sanatçılar yok değil, sanırım Rönesans’ın usta-çırak sistemine henüz yeni ulaştılar-.
İçimde yaşattığım sanatıma olan tutkuma yıllardır edindiğim bilgimi de ekleyince, günde en az 15 saatimi atölyemde geçirince bu güç doğdu. Ben resimlerimin santimetre karesini atlamam, adeta bir kuyumcu hassaslığı gösteririm, ayrıca hayata hep pozitif bakar, yakaladığım tüm değerlere kendimce en güzel elbiseyi tüm renklerimle giydirmeye çalışırım, teknik olarak kendi icatlarım vardır. Sonuç olarak Einstein’ın dediği gibi “Aynı şeyleri tekrarlayarak farklı sonuç beklemek aptalların işidir.” Bu benim hep kulağıma küpe olan bir sözdür.

Yılda kaç resim yapıyorsunuz? Eserlerinize gösterilen ilgiden memnun musunuz?
25 yıldır profesyonelce çalışıyorum, Türkiye’de 6 binin üzerinde, yurtdışında da (özellikle Amerika) 2 bin kadar eserim satıldı. Yılda yaklaşık 500 resim yapıyorum. Eserlerime gösterilen ilgi kuşkusuz beni mutlu ediyor, çünkü ben eserlerime ilgi duyanları eserlerimle mutlu ediyorum, bunu biliyorum.

Resimlerinizde sizin karakterinizin ipuçlarını alabiliyor muyuz? Günlük yaşamınızda neler yaparsınız, nelerden hoşlanırsınız?
Resimlerim, benim hayallerimin görselleridir, çok hayal kurarım, çocukluğumdan gelen bir şey bu sanırım, genetik hafızamla ilgili olsa gerek. Çok renkli bir hayatım var, düşük standartlarla çok şeyi yaşamanın şifrelerini çözdüm gibi… Dünya’yı mümkün oldukça gezmeye çalışırım, bu yerlerdeki tek adresim ise seyahatler dışında en az 15 saatim atölyemde geçer, Amerika, İstanbul-Ortaköy, Mersin ve doğduğum köyde -Kayseri’nin bir dağ köyü- aynı atölye sistemini kurdum ve oralarda da çalışmalarımı devam ettiriyorum. Tembellikten nefret ederim, yalan, palavra ve onun getirdiği türevlerden uzak dururum… Güzel yaşama dair her şeye bayılırım… Vazgeçemediğim tutkum, erken saatlerde başladığım kahve ve sigara. Ortaköy’de yaşadığım için bu iki alışkanlığımı, boğazı ve Sarayburnu şehvetini seyrederek güne başlarım, sonra da atölyeye gelir, önce arka bahçemdeki dostlarımı beslerim. 20’ye yakın kedi arkadaşım var, onlar da Ortaköylü…

Sanatçı değişim göstermeli mi? Hangi açıdan; düşünsel mi, ifade şekliyle mi?
Kuşkusuz değişim göstermeli; sanatçı sürekli hareket halinde olmalıdır, yukarıda Einstein’ın sözünü hatırlattım, bence bu her şeye en net yanıttır. Her şey hayallerimizle başlar, gerekli olan tek şey bilgi ve deneyimizi zenginleştirme arzusuna ve olumlu bir ruh hali ile yeni bir şeyi denemek içinde yeterince açık fikirliliğe sahip olmamızdır. Düşünsel olarak tasarladıklarımızı, ifade şekli ile hayata sunarız. Yaşattığımız farklılıklar ve bunun getirdiği değişimler tamamen bize ait olduktan sonra değişim hedef bile olmamalıdır.

Tayvan’da Türk sanatı üzerine yoğunlaşan ve uluslararası üne sahip sanatçılarımızın sergilerine ev sahipliği yapan Wingrow Art Gallery’de “Shall we dance, İstanbul” isimli serginiz yer aldı. Eserlerinizden yayılan İstanbul müziğinin tınısına Tayvanlıların ilgisi nasıldı?
Uzak Doğu’nun binlerce yıllık sağlam kültürü, sanatı ne denli ciddiye aldıklarının ipuçlarıyla doludur. Wingrow Art Gallery benim kişisel sergimi yaptı, üç konseptten oluşan bu sergimde 60 eserim yer aldı. Sergi son derece başarılı oldu, gerek galeriden gerekse bana direk ulaşanlardan bilgece sözler duydum. Bu beni şaşırtmadı, çünkü hem Tayvan’ın kültür düzeyini biliyorum, asıl önemlisi ben ne yaptığımı biliyorum.

Wingrow Art Gallery ile ilgili neler söyleyebilirsiniz?
Wingrow Art Gallery, Asya’da Türk modern ve çağdaş sanatı konusunda uzmanlaşan tek galeri. Coğrafik uzaklık, medyanın fazla ilgi göstermemesi nedeniyle Tayvan’da Orta Doğu sanat eserleri çok ender bulunuyormuş. Wingrow Art Gallery, bu nedenle Türk sanatını, uluslararası sanata büyük ilgi duyan Tayvanlı sanatseverlerin beğenisine sunmaya karar vermiş. Ekim 2009’da gerçekleştirdikleri büyük açılışta “İstanbul’u Araştırmak” ve “Ruh Açığa Çıkıyor, İstanbul” isimli iki grup sergisi düzenlemişler. Ergin İnan, Mehmet Gün, Ertuğrul Ateş ve Onay Akbaş gibi sanatçıların sergisinden sonra benim sergim yer aldı. Türk resmindeki hassas renk zevki, antik mitolojiden metaforlar, farklı kültürlerden etkileşim, halk öykülerinden betimlemeler, kaligrafi estetiği gibi özellikleri çok sevdikleri için Türk sanatçıların sergilerine yer veriyorlar. Benim sergim için yayınladıkları sergi kataloğunda resimlerimi şu sözlerle tanımlıyorlardı: “Kuzay’ın tablolarındaki renk zenginliği, ritmik görsel iletişim ve hemen hissedilen Türk dokusu ve nüansları ile Tayvanlıların kalplerinde yer edeceğini umuyoruz. Kuzay’ın resimlerini başka bir şey ile karşılaştırmak isterseniz, gerçek bir karnaval olarak tanımlayabiliriz. Bu partide renk, karnavalın ana teması. Resimlerin arkasına gizlenen müzik faktörü ise, müzik notaları gibi, tuvalden dışarı çıkıyor ve bir renk konçertosu ya da dans müziği oluşturuyor. Tuvaldeki zengin renkler bir nehir ya da bir ipek kumaş gibi akıyor…” Bir sanatçı olarak bu sözleri duymaktan çok büyük mutluluk duydum.

İlk resim deneyiminiz, 3-4 yaşlarındayken evinizin duvarlarına çizdiğiniz “Dünya Haritası” adlı çalışmanız ile başlamış. Kilden kendiniz için oyuncaklar yapmayı seviyormuşsunuz. Resme başlama serüveninizi sizden dinleyebilir miyiz?
Hatırlayabildiğim kadarıyla resme beyaz toprak badanalı odamızın duvarına kömür kullanarak çizdiğim “şey”lerle başladım, bu “şey”ler çevremde sürekli gördüğüm at, eşek, öküz gibi hayvan figürleriydi, bu figürlerden aynı zamanda heykelcikler yapardım. Bunlar aynı zamanda kendi ayrıcalıklarım olurdu, ama hep “çizmek” ağır basardı bende. Sadece duvara değil, kavak ağaçlarının gövdelerini de bıçakla çizerdim. Sanırım doğanın bana yüklediği resim programı o zamanlar çalışmaya başladı. Birden beşe kadar bütün sınıfların aynı mekâna sığdırıldığı “okul”suz bir köyde okudum, olanaklar yok kadar azdı. Buna çocuğu keşfedecek, onu yönlendirebilecek öngörüsü ve bilgisi olmayan bir öğretmeni de eklediğinizde şansınızın ne olacağı netleşir! Öyle ki; tüm okulca çıktığımız bir kır gezisinde -kaldı ki tüm hayatımız kırda, dağda, bahçede geçiyordu zaten- öğretmenin “resim yapacaksınız” demesiyle oluşan sevincimi de hiç unutmadım. Ancak bize verdiği resim konusu da bir o kadar şok etmişti hepimizi, çünkü “Tayyare resmi yapın” demişti… Tayyare bir tarafa, o ana dek gördüğüm araba ya iki ya da üç tane idi, onlar da köyümüze ulaşıncaya dek sıkça arızalanan resmi araçlardı. Vadiye kurulu köyümüzün tepesinden, ince beyaz bulut gibi iz bırakarak binlerce metre yüksekten geçen şeylerin “tayyare” olduğunu büyüklerimiz bize anlatırdı. Tayyare ile ilgili kurduğum hayali görsel hale dönüştürmüştüm, uçtuğuna göre kanatları olmalıydı, kanat yaptım, arabaya da benzemeliydi, teker de yapıp “tayyare” resmimi tamamlamıştım. Öğretmen resmime bakıp “ulan sen ne zaman tayyare gördün?...” demesi hiç aklımdan çıkmadı. 45 yıl önce başlayan serüven son hızla devam ediyor işte.

Mimar Sinan Üniversitesi’nde Özdemir Altan’ın atölyesindeki deneyimlerinizi “doğanın bana attığı mayanın tam tutma süreci” olarak değerlendiriyorsunuz. Bu dönemden sanatınıza yansıyan tecrübeler nelerdir? Nasıl bir öğrenciydiniz?
Özdemir Altan atölyesinde öğrenci olmak biraz “zor”du, ancak bir o kadar da eğlenceliydi. Hocamız her yıl düzenli olarak şarap günü düzenlerdi. Bu Fransız akademi geleneğinden gelen bir şeydi sanırım. Sevgili hocam Güngör Taner’in vizyonu ise bize mutlu ederdi. Ben ilk 3 yıl hocam Özdemir Altan’ın hayranıydım. Yaptığı resimler beni büyülerdi. Ben de hocam gibi yapmaya çalışırdım, tabii öncesinde iki yıl sıkı bir desen sürecimiz oldu, bazen “desen”den çok sıkıldığımız olurdu. Ama yıllar sonra anladım ki o gerekli bir süreçmiş. İşte benim “maya”mın tutması o döneme dek gelir. Doğrusu sabahları atölyeye ilk gelenler arasındaydım. Disiplinli bir program uyguluyordum kendime… Sanırım sevgili hocam bu yönümü görmüş olmalı ki akademi tarihinde 2. sınıf öğrencisi ilk kez atölye başkanı olmuştu, o da bendim ve bu atölye öğrencilerinin oylama yöntemiyle olmuştur, bu 2 yıl devam etti.
Bu dönemler sanatsal tavır almak ve belli bir rota oluşturmak için erkendi. Bunu hissediyordum. Sadece o dönemlerde bile çok yoğun çalışıyordum, öyle ki diploma sergisi (okul içinde) için gereken asgari resim sayısının yaklaşık 3 katı bir sayıyla eserlerimi sergilemiştim, iyi bir derece ile mezun oldum ve bu beni “artık ressam oldum” durumuna taşımıştı, ne zaman ki yurt dışına çıktım ve sanat dünyasının kıyısının kıyısına girdiğimde “hiçbir şey” olmadığımı görmüdüm, sahip olduğum tek şey gerçekten iyi bir desen altyapısıydı… Asıl “okul” ondan sonra başladı.

Hans Hoffman’ın asistanlığını yapan renk ustası Hanry Hincher’den “rengin bir matematik olduğunu öğrendim” diyorsunuz. Rengin matematiği nasıl bir kavramdır? Eserlerinizde de çok renkli bir müzik gibi tüm renkleri canlılığı ve parklılığı ile hissediyoruz.
Hanry Hincher’la tanışmam, benim sanat hayatımın, sahip olduğum kavramların tamamen değişmesine neden oldu. New Orleans’ta “Meydan Ressamlığı” yaptığım 1986 yazında tanıştım. Profesyonel sanatçılara ve akademisyenlere verdiği renk ve boya kursuna davet ettim. Sınavla alıyordu kursiyerleri, oysa benim bu sınava girmemin gerekli olmadığını ve kursa direk başlayabileceğimi söyledi. Ve ben 3 yaz kurs verdiği her eyalette onu takip ettim. Evet, resim bir matematiktir, renk ise bu matematiğin rakamlarıdır. Hangi tarzda olursa olsun desenin, ışığın, rengin kompozisyon halini alabilmesi için dengenin çok iyi hesaplanması şarttır, bu dengeyi oluşturan değerler ise matematiksel hesaptır, tabii ki bu rakamların çarpımı, toplamı vs. gibi algılanmamalı. Söylemeye çalıştığım şey; yükleri iyi paylaştırma oranıdır.
Paletimde bütün renkler hep olur, bunlarla oluşturduğum onlarca değişik tonal renkler ise hep göreve hazırdır. Doğada olmayan hiçbir renk yoktur, bence mümkün oldukça bu sihre hayalimi de katarak “RENK RENK RENK” diyorum. “Renkçi ressam” tanımı bence bilgiden uzak bir tanım; renk kullanmayan veya rengin olmadığı resim olur mu? Siyah beyaz bir resim bile ara tonlarıyla bir renk paleti oluşturur. Ben resimlerimdeki renkleri kirletmiyorum, resimde renkleri temiz tutabilmek güç bir iştir. Bunu, bilen bilir… Sanırım bu yüzden resimlerim hep canlı benim…

Amerika’nın çeşitli eyaletinde uzun zaman sanat çalışmalarınıza devam etmişsiniz. Sanat yaşamınızda Amerika’daki tecrübelerinizin ayrı bir önemi var sanırım.
Dediğim gibi benim asıl okulum Amerika dönemlerim oldu. Orada öğrendiğim en önemli şey “ÖZGÜN” olunmazsa hiçbir şeyin olunmayacağıdır. Çünkü bu çılgın Amerikan dünyasında kendi parmak izinizi göstermek yerine başkalarının eldivenini elinize geçirmenizin hiçbir anlam taşımadığını her defasında gördüm. Yani çorbanın suyunun suyunun suyunu içmek yerine orijinal gerçek çorbadır masaya gelebilecek yemek… Bu anlamda 150 yıllık resim geçmişimizde, etkilenme dışında kopyacılık hâkim olmuştur. Evet, Birleşik Devletler bana sanat yaşamımın sağlam temellerini almamı sağladı. Sonuçta Frank Sinatra gibi şarkı söylemek değil önemli olan…!

İstanbul’un renkli dokusu, resimlerinizin başlıca konusunu oluşturuyor. İstanbul’un renkleri, hikâyeleri, karmaşası ve eşsizliği sizin için ne anlam ifade ediyor?
Yaklaşık 30 dünya ülkesi gezdim. İstanbul kadar etkileyici hiçbir yer görmedim. Tabii ki tüm o şehirlerin de kendi özellikleri ve güzellikleri mutlaka var, ancak İstanbul’da olan birçok şey oralarda yok. Oralarda var olan her şeye ise İstanbul’da fazlasıyla var. Ben İstanbul resimlerim ile sadece tek yönünü vurgulamak istiyorum. Oryantalist yabancı sanatçılar, Cumhuriyet öncesi, sonrası ve günümüzde İstanbul resimleri yaptılar. 2000’li yıllarda bende de böyle bir istek oluştu, ancak hiç kimsenin yapmadığı bir şekilde yapmalıydım; öncelikle hayal ettiğim güzellikte yapmak isterdim. Yaptığım İstanbul resimlerimin tamamında aynı zamanda şehrin binlerce yıllık mitolojik yönlerine de yer verdim. Sosyal dokusu, hatta hatta çokça olan sokak köpekleri ve kedileri de hep mevcut olmuştur resmimde. Birçok kültürün sembolleri ve yapıtları da sık yer verdiğim konular. Dünyada, aynı anda iki kıtada varlığını sürdüren başka bir şehir gösterebilir misiniz? Üstelik söylendiği gibi “ortasından deniz geçen başka bir şehir var mı?”
Tüm Katolik yönleriyle, karmaşasıyla 24 saat yaşayan ve en az beş medeniyetin yaşadığı bir dünya kentinin bir sanatçıyı etkilenmemesi mümkün olur mu? Tabi ki benim için İstanbul’un etrafında oluşan çirkin yığınlaşma değil, benim İstanbul fotoğrafım surlar içinde kalan Yeditepe ve boğaz İstanbul’udur. Yaşamı, yaşanılması için insana kendini hep hissettirir İstanbul…!

Kolaj, tuval ve metal üzerine resim gibi birçok farklı teknikte çalışmalarınızı oluşturuyorsunuz. Ayrıca sanat eserlerinize baktığımızda farklı dönemlerde farklı konulara ağırlık verdiğinizi görüyoruz. Sanatsal dönemlerinizi nasıl tanımlarsınız?
Dediğim gibi ben çok hayal kurarım ve kurduğum hayallerin boşa gitmesini istemem, bu yüzden sürekli garip şeyler denerim. Kafamda oluşanları resim diliyle ve kendi dilimle anlatmaya başlarım, tabi ki bu günübirlik değil, şu ana dek 5-6 tarz çalıştım, her tarzımın bir sonrakine uzanan yolunda en az bin resim yapmışımdır. İşin bana heyecan veren bir başka yönü ise kafamda hala on bin planımın olması, doğmayı bekleyen binlerce aşkım, yani resmim sırada sabırsızca yerlerinde duruyor. Dünyada kolaj tekniği ile yaptıklarımın ilk olduğunu biliyorum, yanlış anlaşılmasın kolaj tekniğinin ilki benim demiyorum, dediğim bu tekniği taşıdığım düzey ve tarz. İtiraf etmeliyim ki kolaj çalışmalarım olanaksızlık dönemlerimin, yani boya, fırça vs. alabilecek paramın olmadığı bir dönemdi. Ve elime geçen tüm sert yüzeylere yapıştırmaya başladım, iğneyle kuyu kazmak gibi bir şey bu. Belirtmek isterim ki asla ve asla hiçbir teknolojik üründen yararlanmadım. Bu teknikte yaptığım yüzün üzerinde İstanbul resmim, en az bir o kadar değişik metal ve malzemelerden oluşan soyut resmim koleksiyonlarda yerlerini bulmuştur. Şu bir gerçektir: sonuçta ortaya “sanat eseri” çıkıyorsa ve en az 2-3 yüzyıl dayanabilecek, bozulmayacak, değişmeyecek malzemelerle doyuruyorsanız ne tür bir malzeme kullanacağınız hiç önemli değil, daha doğrusu fark olmaz.

Siz yaşamını tamamen resme adamış, bugüne kadar onlarca sergi açmışsınız. Resim ve sanat adına tüm hayallerinizi gerçekleştirdiğinize inanıyor musunuz? Bundan sonraki hedefleriniz nelerdir?
Boya dokunmamış hiçbir elbisem, ayakkabım yoktur benim, son 15 yıldır tırnak aralarımın boyasız olduğunu söyleyemem, bilmeyenler çoğu kez tırnaklarımın pis olduğunu sanırlar… Benim oksijenim RESİM… Çalışmadığım nadir de olsa 1-2 gün olunca aşırı agresifleşiyorum ve etrafımdakileri kırdığımı görüyorum. Bu yüzden evliliklerimi -4 kez evlendim-yürütemedim. Yaşamım boyunca resimlerimden çok para kazanmayı aklımdan bile geçirmedim. Yaptığım bir resmi 5 resim daha yapabilmek için makul paralarla sattım. Hayallerimi dizginleyemememden dolayı şu ana dek 7.000’nin üzerinde resim yaptım ve hiçbir zaman onlarla bir pazar oluşturmaya zaman ayırmadığım gibi, önem de vermedim. İçimdeki resim aşkımı yaşayabilmek için küçük fiyatlara resim satmam bana bu aşkı yaşatıyorsa ödül başka ne olabilir ki? Sonsuza tohumladığım ürünlerimin varlığı ve hep var olacağı gerçeği hayallerimin gerçeğe dönüşmesini sağlıyorsa neyi neye göre kıyaslayabilirim. Böyle bir hesap ve yaklaşım ne kadar sığ ve basit olur, bu hayallerimi kendi elimle zehirlemek anlamına gelmez mi? Bunu asla yapmam.

Röportaj: Ümmühan Kazanç, Milliyet Sanat, Temmuz 2010, s.96


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder