Sanat editörleri bazen ressamları tanımlarken “naif bir fırça” deyimini kullanır. Oysa Sayın Memik Kibarkaya’yı anlatırken “naif bir parmak izi” tanımını kullanmak gerekiyor. Zira O resimlerini yaparken, geleneksel resim malzemelerinden, tekniklerinden tamamen uzaklaşıyor ve kendi yöntemleriyle oluşturduğunu boyasını, yine kendine has tekniği olan parmaklarını kullanarak ve yine kendi keşfettiği özel bir kağıdın üzerine sürüyor. Adeta resmiyle tek vücut oluyor… Hem resimlerini hem de bir anlamda DNA’sını geleceğe taşımış oluyor. O çalışmaları ile ilgili şu iddialı ama bir o kadar düşündürten cümleyi söylüyor: “Sadece kendi oyunumu oynuyorum, adı da Tek Kişilik Tiyatro”.
Hiç
resim eğitimi almayan Kibarkaya, 40 yıldan fazladır resim yapıyor, 30 yıldır
sergi açıyor. Dile kolay, 50’den fazla kişisel sergi açmış. Kibarkaya’nın yeni
kişisel sergisi, Tıp Bayramı vesilesiyle Ankara Atatürk Eğitim ve Araştırma
Hastanesi Giriş Fuayesinde 13 Mart - 13 Nisan 2014 tarihleri arasında
izlenebilir. Naif parmak izimiz, yeni sergisi ve sanat yolculuğu ile ilgili
sorularımızı yanıtladı.
RÖPORTAJ:
ÜMMÜHAN KAZANÇ
Sayın Memik Kibarkaya, resim aşkı
çocukluğunuzda başlamış, hatta aileniz tarafından bu tutkunuz engellenmeye
çalışılmış. Bu günleri sizden dinleyebilir miyiz?
Daha
ilkokula başlamamıştım, çamurla kayaların üzerine resimler yapardım. Çamuru
boyamak isterdim hep ama çamur kendi rengindeydi, değiştiremiyordum. Ama Atom Enerjisi
Kurumu’nda çalışmaya başladığımda, boyayı çamur haline getirebileceğimi gördüm.
İşte o zaman hayalim gerçek oldu. Sanki Archiemedes gibi, ‘eureka yani buldum’
diye içten içe bağırıyordum. Evet, aileme göre resim yapmak günahtı. El hüneri
gerektiren işlere elim yatkın olduğundan bir ardıç ağacından saz yapmaya kalkıştım.
Anam ‘icat çıkarma’ oğlum demişti. Oysa ben keşfetme dürtüleriyle yüklüydüm
sanki.
2000’li yıllara kadar yağlıboya, guaj,
pastel gibi klasik malzeme ve teknikler ile resim yapıyordunuz. Ama o tarihten
sonra sizi diğer ressamlardan ayıran en önemli özellik olan parmaklarınızı
kullanmaya başladınız. Siz resimlerinizde malzeme olarak da kendi buluşlarınızı
kullanmayı tercih ediyorsunuz. Kıyma makinesinden geçirilmiş ya da kilo ile
ezilmiş pastel boya gibi. Çamur haline getirilmiş boya, atom enerjisinde
kullanılan kimyasal ayraç kağıdı ve parmaklarınız… Bu üçleme hakkında neler
söyleyebilirsiniz. Ayrıca hiç resim eğitimi de almadınız. Usta sanatçı Van Gogh
da bazı resimlerinde parmaklarını kullanıyordu.
2000’li
yıllara dek hep resim yapıyordum. 2000 yılında keşfettiğim malzeme yani çamur
boya, fırçaya bulanmıyordu, tuvalden de dökülüyordu. Daha sonra dayanıklı bir kâğıt
olan, atom enerjisinde kimyasal ayraç olarak kullanılan kâğıda, resimlerimi
parmaklarımla yapmaya başladım. Fırça yerine, silgi, meyve bıçağı ve
parmaklarımı kullanıyordum. Boyaya bazı maddeler katarak kâğıdın öbür yüzüne de
resmin silueti çıkıyordu. Bu işlemi bir kimyacı hocadan destek alarak yaptım.
Aslında Veteriner Hekimsiniz. Tarım
Bakanlığı’nda çalışırken Sayın Fikret Otyam’ın bir cümlesiyle emekli olmaya
karar veriyorsunuz. Bu ilham cümlesini anlatabilir misiniz?
Fikret
Otyam’ın bir sergisine gitmiştim, ona resim yaptığımı söyledim. O da ‘hızlandırılmış
kurslara gidiyorsunuz, kendinizi ressam sanıyorsunuz’ dedi ve beni azarladı. İnternette
sitem var dedim, ‘ben anlamam, kumaşı görmem lazım’ dedi. Yanıma iki resim
aldım ve 20 kilometre yolu bir taksi tutarak, hocamızın yanına gittim. Hayretlerle
inceledi; ‘bu ne biçim iş, bayıldım’ dedi. Ne iş yapıyorsun diye sordu. Memurum
dedim. ‘Git istifa et ya da emekli ol, resim yap’ dedi. O’nun sözünü dinledim
ve üç gün sonra dilekçemi verdim, emekli oldum. ‘Pekiyi etmişsin’ diyerek kendi
resmini çektirdi, git bunu çalış dedi ve onun resmini yaptım. ‘Notun tam on’
dedi. Sayın Otyam daha sonra beni bir dergide överek yazmıştı.
Kağıtlara parmak dokunuşlarınız ile
boyayı sürerken kompozisyon oluşturmak daha zor değil mi? Yoksa bu dokunma
hissi mi sizi cezbeden? Ayrıca tuval ölçüsü ile kendinizi sınırlamıyorsunuz
sanırım. Kağıt üzerine çalışıyorsunuz ve kompozisyon açıldıkça kağıt eklemeye devam
ediyorsunuz. Bu çalışma sisteminiz hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Dokunma
hissi heykel yapmak gibi. Resimle benim aramdaki duygusal ilişkide araç ortadan
kalkıyor. Ben böyle hissediyorum. Ayrıca tuvalin sınırları belli, yani resmi
kafese koymak gibi benim için. Ben kağıtlara sınırsız kağıt ekleyerek, özgür davranıyorum.
Kâğıda kağıt ekleyip ilerleyerek, tuvalin beni teslim alması yerine, onu ben
teslim alıyorum. Resimde sınırlar içine girmeyi sevmiyorum, bana göre
özgürlüğümü alıyor, benim kullandığım sistemde kompozisyon uzadıkça resim de
uzuyor. Bence özgürlüğümün sınırını ben koyuyorum. Ayrıca boyam çamur kıvamında
olduğundan, parmaklarımın bazı yerde sert basınç uygulaması, bazı yerlerde ise tül
gibi süzülmesi gerekiyor. Bu bana kuğunun dansı, piyanonun tuşuna dokunmak gibi
bir his veriyor. Tüm bu nedenlerden dolayı sanırım bu tutkumdan vazgeçemiyorum.
Parmak izlerinizi kullandığınız için
eserlerinizin taklit edilmesi imkansız. Bu size nasıl bir duygu veriyor?
Resmimin
içinde binlerce parmak izim oluyor ve resimlerimde DNA yani genetik kodum var.
İmzamı koymasam da o benimdir. Sahiplenme, var olma duygusu öne çıkıyor.
Resimlerinizde size en çok ne ilham
verir? Bir yılda kaç resim yapıyorsunuz?
Bunun
da bir dengesi yok bende. Bazen hiç yapmıyorum, bazen de sabahlara dek
çalışıyorum. Resim yapmak duygu işi, ilham işi. Yani ilham geldikçe yapıyorum.
Bir yılda tahminime göre elli resim yaparım.
Portrelerinizin yüzünde Anadolu
insanının mutlulukları, acıları, yaşam koşulları çok açık olarak okunuyor.
Bunlar genellikle tanıdığınız kişiler mi?
Resimlerimde
Anadolu insanı nadasa bırakılmış tarla gibi. Yüzlerdeki derin çizgiler,
gözlerdeki yorgunluk, kahve falı gibi… Baktıkça onun ruhunu tanıyorsunuz,
geçmişi, geleceği, umudu, yorgunluğu kısacası birçok duyguyu okuyabiliyorsunuz.
Aslında ne biliyormusunuz, zordur insan bedeni, ruhu, hastalıkları, savaşları,
aşkları… O bedenlerde, o yüzlerde neler neler var. Bir gün karmaşık bir soyut resim
yaparsam adını ‘insan’ koyacağım. Bana göre insan tanrıdan sonra gelen
canlıdır, bir tek imkansız vardır o da tanrıdır. Onun yarattıklarını, buluşları
ve keşifleriyle çözen de insandır. İnsan, karmaşık bir soyut resimdir.
Manzara ve peyzajlarınızda büyük
İzlenimci sanatçıların etkisi hissediliyor. Çalışmalarını en çok sevdiğiniz
Türk ve yabancı ressamlar kimler?
Hiç
eğitim almadım. Doğuştan deyin, Tanrının bir lütfu deyin… “Beethoven’ı Anlamak”
filmini bilirsiniz, iki kulağı da duymayan bir adam dünyanın en güzel seslerini
çıkarıyordu. Asistanına; kızım aslında ben sağırım, bu notaları bana tanrı
yazdırıyor demişti. Belki bana da bunları tanrı yaptırıyor. Tabii ki,
etkilenmek, hissetmek çok önemli, bazen diken resmi yapıyorum ama biri bana şu
tür resim yap dediğinde çok alınıyorum. Sanki ‘pazardan iki kilo patates al’
der gibi geliyor. Bir de sanatçıya destek anlamında resminizi alıyorum demişti
bir sergimde bir bayan. Resmi geri aldım elinden. ‘Ne oldu’ dedi. ‘Git desteğini
sokaktaki dilencilere ver’ dedim. Eğer biri resmimi aldığında evine asmamışsa,
gidip iki katı parasını verip geri aldığım olmuştur. Heyecanla başladığım,
sonunda heyecanım bitince yırttığım resimlerim var. Sonuna kadar bana heyecan
veren resimler tamamlanıyor. Bir anımı anlatmak istiyorum: Birkaç yıl önce Sakıp
Sabancı Müzesi’nde Rembrandt sergisi vardı, onu görmeye gittim Ankara’dan. Sergiyi
gezerken birden bir el gördüm, Rembrandt’ın elleri ve çok heyecanlandım. Uçağa
bindim Ankara’ya döndüm. Öyle bir el yapmalıydım, acele ile evime gelip, o fotoğrafı
aradım, siyah beyaz bir resimdi, buldum. 1980’li yıllarda çektiğim bir fotoğraftı.
İşte o resim Rembrandt’ın elleri oldu ve iki gün resmi seyrettim.
Elbette
beni etkileyen ressamlar var: Claude Monet, Renoir, Cezanne, Delacroix, Van
Gogh, İbrahim Çallı, İbrahim Safi, Naci Kalmukoğlu, Şevket Dağ. Onların
çalışmalarından çok kopyalar da çalıştım. Hatta birçok müze gezdim: Prado, Dali
ve Picasso müzeleri gibi. Haftada bir Ankara Resim Heykel Müzesi’ne giderim, Türkiye’ye
gelen önemli ressamların sergilerini hep gezerim. Örneğin Pera Müzesi’nde
açılan Rus Ressamlar Sergisi’nde Ilya Repin beni çok etkilemiştir.
40 yıldan fazladır resim yapıyorsunuz,
30 yıldır sergi açıyorsunuz. Şu anda resimlerinizin gördüğü ilgiden memnun
musunuz? Resim sanatı ile ilgili ulaşmak istediğiniz en büyük hayaliniz nedir?
Ben
kendi çapımda, ulaştığım yerde beni görenlerden övgüler alıyorum. Birçok
televizyon programına katıldım. Açtığım sergilerde eleştiri yapan pek yok,
sadece eline sağlık, ellerin dert görmesin, kutlarım kelimeleri var. Sanatsal eleştiri
yok, kalıplaşmış tebrik sözlerini duyuyorum. En büyük isteğim Christie’s ya da
Sotheby’s’de bir eserimin müzayedeye girmesi, tabii ki ölmeden ama çok az
ressam ölmeden önce bu şansı yakalıyor. Geçenlerde Sotheby’s’de Lucien Freud’un
öldükten sonra satılan bir resmi beni çok düşündürmüştü. Ayrıca Modigliani öldüğü
gün bir yarışmada birinci olmuştu. Van Gogh’un hayattayken hiç resmi
satılmamış, ancak bir resmini kardeşi Teo bunalıma girmesin diye almıştı.
Fikret Mualla o ölümsüz eserlerini, şarap karşılığında değişmişti. Sanatçının perişan
ölümü ve kaderi… Hele bizim ülkemizde son yıllarda açılan sergilere kaç kişi
gidiyor, bu da işin ilginç yanı ama bu beni umutsuzluğa düşürmüyor sadece kendi
oyunumu oynuyorum, adı da ‘Tek Kişilik Tiyatro’.
Bilgi
için: www.memikkibarkaya.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder