Demokratik
ülkelerde kimse kimsenin nasıl bir
koleksiyon oluşturacağına karışamaz ve herhangi
bir müdahale ve yaptırımda da bulunamaz. En azından demokratik ve
gelişmiş olarak kabul ettiğimiz ülkelerde bu kurumların işleyişi biçimi böyledir.
Bir koleksiyonerin koleksiyonunu yabancı sanatçılar üzerine mi yoksa kendi
ülkesinin sanatı üzerine yapılacağı konusunda herhangi bir yaptırım olamaz.
Buna koleksiyonerler kendi özgür iradeleri ile karar verirler. Bunun dünyada
tartışılmayacak örnekleri vardır. Örneğin, yakından bildiğim Köln’de Ludwig
müzesinin sahibi Peter Ludwig, koleksiyonunu ağırlıklı olarak döneminin
Amerikan Pop Sanatı üzerine yapmıştır. – Peter Ludwig, aynı zamanda
koleksiyonerlik ve müzecilik konusunda dünyanın beş büyükleri ile ilgili
yapılan bir araştırmada 1980’lerde en büyük beş koleksiyonerleri arasında yer
alan dev bir koleksiyonerdir. Ve elindeki zengin koleksiyonu ile de Almanya’da
olduğu kadar Almanya’nın dışında da değişik ülkelerde 9 müze açmıştır. Benim de
Almanya’da Büyükelçilik Kültür Müşavirliği görevine başlar başlamaz ilk işim ve
projem kendisiyle kontakt kurarak, Türkiye’de de bir çağdaş sanat müzesi
açtırmaktı. Fakat görüşmelerimiz sırasında vefat etti ve projem yarım kaldı.
Daha sonra da varisleri artık yurtdışında müze açma konusuna sıcak bakmadılar
ve proje gerçekleşemedi. - Almanya’nın
ikinci büyük koleksiyoneri büyük inşaat sektörü sahibi Hans Grothe’dir. Grothe,
Peter Ludwig’in aksine koleksiyonunu 1945 sonrası Alman sanatı ve sanatçıları
üzerine oluşturmuştur. Ve Almanya’daki bir çok çağdaş sanat müzesinin sergi
salonları, onun müzelere koleksiyonundan ödünç verdiği eserlerle dolup
taşmaktadır. Birbirine zıt yaklaşım
içinde olan bu iki dev koleksiyonerin tavırları üzerine, ne Almanya’da
bulunduğum öğrencilik yıllarımda, ne de daha sonraki görevli olduğum dönemlerde;
onların niye yabancı sanatçılar ya da Alman sanatçıları üzerine koleksiyon
yaptıkları konusunda herhangi bir tartışma yaşandığına tanık olmadım. Ülkemizde
de DEMSA, Bozlu Art Project ve Koç Holding Sanat Koleksiyonu gibi farklı yaklaşımları
ve perspektifleri olan zengin sanat koleksiyonları mevcuttur. Ve bu üç
koleksiyonun da İstanbul’da kapsamlı birer müze kurma girişimleri olduğunu
biliyoruz. Hatta geçtiğimiz günlerde Bozlu Art Project’in Şişli’deki tarihi Mongery
binasında ağırlıklı olarak çağdaş Türk sanatından oluşan bir Sanat Müzesi
açıldı. Yakında açılacak diğer iki koleksiyonun müze hazırlık çalışmalarının da
devam ettiğini biliyoruz. Bütün bunlar ülkemizin kültür ve sanat ortamının
zenginleşmesine, kültürel değerlerimize, sanatımıza ve sanatçılarımıza değerli
destek ve saygı değer katkıları olacağı kanaatindeyim.
Ancak
konu günümüzün polemik konusu olan her şeyin para odaklı kendi ülkesinin
sanatını ve sanatçılarını küçümser bir tavırda ortaya çıkınca üzerinde
durulması gereken çok nazik bir durum ortaya çıkmaktadır. Ülkelerin bugün uluslararası
arenada kendi sanatçıları ve sanatları ile yarıştığı bir dünyada, kendi
değerlerine, sanatına ve sanatçılarına sahip çıkma değer bilinci açısından
üzerinde önemle durulması gereken bir konudur. Kültür ve sanat, bugün ekonomilerin, ticaretin
ve politikanın da lokomotifi haline gelmiştir. Ülkeler ekonomilerinin ve
ticaretlerinin hatta politikalarının önünü, sahip oldukları kültürel değerleri
ve çağdaş sanat eserleri prestiji ile açmaya çalışmaktadırlar. Kültür ve
sanatla bütünleşmeyen parasal zenginlikler artık pek bir işe yaramamakta;
merhum Sakıp Sabancı’nın deyimiyle “Bugün uluslararası camiada para herkeste
var hatta bizden daha fazlasıyla, paranızın yanında eğer kültür sanat
zenginliğine sahipseniz o camiada adam hesabına alınıyorsunuz”. Bu da kanımca herhalde
söylemeye çalıştığımız şeyleri çok iyi özetliyor. Daha da özele inildiğinde
bunun yolunun kendi sanatınızın ve sanatçılarınızın değerini küçümsemekten
değil, onların değerini yükseltmekten ve
onlara destek vermekten geçtiğidir.
Söylemek
istediklerimi dünyanın değişik ülkelerindeki gözlemlerim ve bizzat tanık olduğum
bazı örneklerle özetleyip bitirmek istiyorum. Sanırım 1997 ya da 1998 yılı
Avrupa’da gene bir ekonomik kriz dönemiydi; Prof. Konrad Klapheck’i Akademideki
atölyesinde ziyaretim sırasında bana: “Ekonomik
kriz Avrupa’nın ve Almanya’nın sanat ortamını çok etkiledi, piyasada yaprak
kıpırdamıyor, sen Türkiye’den yeni döndün durum Türkiye’de nasıl diye sormuştu.
Ben de Türkiye’nin o zamanlar henüz tam olarak sanat piyasası çarkı içinde
olmadığından, alış verişlerin gene eski usul geleneksel ilişkiler bağlamında
sürdüğünü, sanatçının, amatör de olsa - sosyal çevredeki konumu ve ilişkileri iyi ise
açılışlarında sokaklara kadar taşan çiçek buketleriyle dolduğu, eserlerinin
nerdeyse tamamına yakınının kırmızıyla etiketlenerek satılabildiği, bunu yanında
profesyonel bir sanatçının hatta çok iyi bir sanatçı da olsa, sergisinin
satışsız kapanabildiği gibi biraz bizim sanat ortamımızın durumundan söz
ederken dedi ki; “geçenlerde Almanya’da yaşayan
bir Japon sanatçı Düsseldorf’ta bir sergi açtı ve krize rağmen sergide 19 eseri
satıldı” dedi. Ben de kendimi tutamayarak Herr Profesör hani yaprak
kıpırdamıyor demiştiniz” dedim. Hemen akasından ama satın alanların hepsi Japon
iş adamlarıydı dedi. Bu örnek, sanırım bizdeki bugüne ilişkin kendi kültür ve
sanatına sahip çıkma bilinci açısından söylemek istediklerimizi fazlasıyla ifade
ediyor.
Ben de Almanya’daki görevim sırasında Almanya’da yaşayan genç Türk
sanatçıları ilgili bir dizi sanat etkinlikleri, sergiler düzenledim. Davetliler
arasında hep Almanya’da yaşayan Türk İş adamlarımızı da davet ettim. Ama
maalesef ellerinize sağlığın ötesinde bir satış desteğinin olduğu görülmedi.
Bizden farklı olarak yine Uzak Doğu ülkesi olan Güney Kore’de gözlemlediğim
diğer başka örnekler de var. Örneğin Başkent Seul’da kendi ülkelerinin
insanlarının görebilmeleri, onların eğitim ve kültürel düzeylerine katkıda
bulunmak üzere dünyanın başka ülkelerinden sergiler organize edip getirerek
kendi halklarına sunmalarının yanı sıra yabancı ülkelerde yaşayan Koreli
sanatçılara da çok geniş çaplı kataloglu sergiler düzenleyerek her türlü maddi
ve manevi destek verdiklerini gözlemledim. Örneğin Seul’de çok büyük bir
mekanda New York’ta yaşayan Koreli Sanatçılar sergisine rastladım,
organizasyonu, tanıtımı ve kataloğu vb. her şeyiyle muhteşem bir sergiydi. Yine aynı ülkede şahit olduğum bir başka
örnek ise yine Seul’da bir Üniversiteyi ziyaretim sırasında Güzel Sanatlar
Fakültelerinin mezuniyet sergileri vardı. Sergilerin bir öğrenci sergisi
olmanın çok ötesinde profesyonel hazırlanmış bir sergi ve sergileme niteliği
vardı. Buraya kadar yine de her şey güzel ve normal de beni şaşırtan şey, her yeni
mezun olan sanatçı adayı, mezuniyetinin bitiminde açtığı ilk kişisel sergisinde
eserlerinin tamamı ya da tamamına yakını satılıyormuş. Bunlar henüz piyasaya
yeni atılan sanatçılar, hiçbir tanınmışlıkları yok, nasıl oluyor da eserleri
satın alınıp- satılabiliyor diye sorduğumda aldığım yanıt; onların henüz meslek
hayatlarının başlangıcında hem maddi hem de mesleki moral bakımından desteklenmesi
gerektiği, Kore sanatının gelişmesi açısından buna ihtiyaç olduğu şeklindeydi.
İki defa da Kore’de uluslararası Gwangju Bienali’nin açılışına davet edildim. Başka
benzer özelliklerde olaylara orada da şahit oldum. Yine Japonya’da Tokyo’da da
benzer olaylara, kendi ülkelerinin sanatına ve sanatçılarına destek bilinciyle
yapılan organizasyonları oralarda da gözlemledim. Herhalde Batı’dan ve
Uzakdoğu’dan verdiğim bu birkaç örnek bile bize bazı şeyleri yeterince
açıklıyor diye düşünüyorum. Son olarak da şunu söyleyerek sözlerimi bitirmek
istiyorum; tüm bu anlattıklarımın hepsi aslında
kendi kültür ve sanat değerlerine sahip çıkma bilinciyle ilgilidir. Her
şey paraya ve kazanca odaklı düşünülemez ya da düşünülmemesi gerekir –böyle
düşünenler için söylüyorum- Parasını bu
ülkeden kazanan iş adamlarımızın, koleksiyonerlerimizin, bu ülkenin sanatına
sanatçısına, insanlarının eğitim, kültür ve sanatsal düzeylerinin gelişimine
katkıda bulunma gibi sorumlulukları vardır, diye düşünüyorum.