F Sanat Galeri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
F Sanat Galeri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Aralık 2021 Pazartesi

HERAKLES’TEN BU YANA NE DEĞİŞTİ Kİ?

Maide Bulak oto portre, Fotoğraf: Kerem Sanlıman.


Maide Bulak’ın 7-31 Mart 2018 tarihleri arasında Nişantaşı F Sanat Galeri’de düzenlenen “Herakles” sergisi; mitolojinin en
 popüler kahramanlarından biri olan Herakles ya da Herkül’ün on iki görevi üzerinden, M.Ö. 2000’li yıllardan günümüze güç, iktidar, öfke, şiddet kavramlarının toplumsal, kültürel ve siyasi psikoloji açısından çok da değişiklik göstermediğini bir kez daha resim ve heykeller aracılığıyla plastize ediyor. Mart 2018 tarihinde ArtUnlimited dergisinde yayınlanan röportajı arşivde bulunması amacıyla bloğumda da yayınlıyorum.

 

 RÖPORTAJ: ÜMMÜHAN KAZANÇ


 

Maide Bulak,
Ümmühan Kazanç.


Ü.K.-Herakles’in on iki görevi -ya da dayatılan emirler-, mitolojinin en çok bilinen hikayelerinden biridir. İktidar, güç, varlık ve hatta şiddet olgularının ön plana çıktığı bu miti serginde Maide Bulak’ın bakış açısından ya da günümüzün sosyal değerleri üzerinden nasıl yorumluyorsun? M.B.-Herakles mitolojide önemli bir karakterdir. Gücü, cesareti, kurnazlığıyla ve yarı-tanrı kimliğiyle tanınır. Bu mitte, Herakles verilen emirler üzerinden bir kahramanlık hikayesi yaratmıştır çünkü bütün emirleri başarıyla gerçekleştirmeyi başarmıştır. Herakles’in on iki görevine yönelik bu yaptırımların sebebi verilen emirlerdir.

Verilen emirler, çoğunlukla ya da her zaman yapılması gereken bir durumu ya da olayları ortaya çıkarır. Emirler, insanın üzerinde büyük bir baskı yaratır ve bu dayatılan bir durumdur. Emri kabul edebilmemiz için bizden daha kuvvetli birinden emir almamız ya da hiyerarşik bir düzen içinde olmamız gerekmektedir. Günümüzde emir alma ya da verme durumu; din, devlet, askerlik, aile vb. gibi birçok hiyerarşik kurumlarda varolmaya devam eder. Komutan askere, anne çocuğuna, işveren işçisine emirler vere dursun, bunun psikolojik yansımalarını ve yığılmalarını görmezden geliriz. Emir almanın doğal bir süreç olduğunu sanırız. Çünkü bu sistemin içine doğmuşuzdur. Emir verilerek büyütülmüşüzdür. Herakles’in hikayesinde de, mitolojik bir figür, toplum dışına itilme korkusunun yanı sıra vicdani rahatsızlığını gidermek amacıyla emre itaat eder.

Bu sergimde Herakles’in hikayesi üzerinden, son yıllarda tüm dünyada emir-komuta zincirinin giderek adaletten uzaklaşmasına, demokratik değerlerin yitirilmesine, şahsi cinnet vakaları sonucu kadınların gördüğü şiddete, çocukların öldürülmesine kendi sanatsal ifadem ile dikkat çekmeye çalıştığımı söyleyebilirim.


 

Maide Bulak, Keryneia Geyiği, 2013, Fotoğraf kağıdı üzerine karışık teknik, 106x126 cm.


Ü.K.-Herakles’in on iki görevini, sergide yer alan eserler bağlamında nasıl anlattın?
 Nemea Aslanı, Lerne Hydra’sı, Erymanthos Yabandomuzu, Keryneia Geyiği, Stymphalos Gölü Kuşları ve diğerleri… Mitin bu kötülüklerini anlatırken, sen de oldukça mücadele vermiş olmalısın resimlerin karşısında? Ne kadar süredir bu proje üzerinde çalışıyorsun?
M.B.-Herakles’e her biri birbirinden zor görevler verilir ve başarıyla tamamlar. Herakles gerçekleştirdiği bu görevlerin kazanımında, başarının en temel ve bariz biçiminin hayatta kalmak ve yara almadan kurtulmak duygusu olduğunu ortaya koyar. ‘Kitle ve İktidar’ isimli kitabın yazarı Elias Canetti’ye göre; insan bu duyguyu edinmek için iki yol izler. İlk olarak insanın tehlikeyi belli bir mesafede tutmak istemesi, ikinci yol ise tehlikeye izin vererek yüzleşmesidir. Herakles ikinci yolu seçer. Kahraman, öldürerek hayatta kalmaya çalışır. Günümüzde de kitle, kahraman veya kurban rollerini üstlenmiştir. Seçimlerimizin, yaşantımızdaki enerjinin başlıca kaynaklarıdır. Bu doğrultuda kendini kurtarmak için en uzun zamanı harcayabilirsin. Yeni bir yaşam oluşturma adına... Kurtulmayı başaramayan kurbanlar ise kuşkusuz özgürleşmeyenlerdir.

Canetti şöyle devam eder; ‘Tehlikeyle yüzleşen ve ondan gerçekten kurtulan, sonra bir başka tehlikeyle yüz yüze gelen, hayatta kalma anlarını üst üste yığan insan, yaralanmazlık duygusunu edinen insandır. Ancak bu duyguyu elde edince gerçekten bir kahraman olur, her türlü riski göze alabilir; çünkü artık korkacağı hiçbir şey kalmamıştır. Hayatta kalmanın en alt biçimi öldürmedir. Hayatta kalma mücadelesinde her insan diğer bütün insanların düşmanıdır ve asıl galibiyet olan hayatta kalmayla karşılaştırıldığında, çekilen bütün ıstırap önemsizdir. Bu kahramanın seçtiği yoldur.’

Evet, bu sergiyi gerçekleştirmem ve bitirmem beş yılı buldu. Bu benim için de uzun ve zorlu bir süreçti. Bu zaman zarfında, dönem dönem kurban veya kahraman rolüne büründüm. Bu seriyi hayata geçirirken ‘kurban’ rolünde olduğumda, bazı noktalarda kaçış içinde olduğumu gördüm. Kahramanlık anlarımda; yeniden bu mitin canlandırılmasına ya da toplumsal ve siyasi sorunlara sanat üzerinden dikkat çekmeye çalıştım.



 

Maide Bulak, Stymphalos Kuşları-2, 2015, Fotoğraf kağıdı üzerine karışık teknik,
142x106 cm., (özel koleksiyon).


Ü.K.-Bu sergiden diğerlerinden farklı olarak heykeller de yer alıyor. Bu sergi için özel olarak
 tasarladığın heykelleri biraz anlatabilir misin?
M.B.-Evet, bu sergide ilk defa heykel işlerim oldu. Bu heykellerin, sergide hikayenin gereği, tamamlayıcısı olacağını düşündüm. Herakles bir görevi, Geryoneus’un sığırlarını Cebelitarık Boğazı’ndan geçirerek Yunanistan’a götürmekti. Libya çölünü geçmek zorundaydı. Aşırı sıcaktan dolayı Güneş’e bir ok atar. Güneş de ona cesaretinden dolayı altın bir kayık verir. Böylelikle görevini yerine getirebilir. Buradaki en önemli olgu, tehlikeyi saptamakla yüzleşmiş olmasıdır. Aslında bu riski artırmış gibi görünmektedir fakat ona meydan okumuştur. Bu altın kayık, Herakles’in sürüyü götürme ve çölde kalma mücadelesinde, doğanın ona sunacağı bir ödül haline dönüşmüştür. Dayanma gücünün, yenilmezlik duygusunun onu daha bütünlüklü bir zırh gibi sarmasını sağlamıştır. Bu hikayeyi altın bir kayık ile sembolleştirdim.

Doğa ve mitoloji ayrılmaz bir bütündür. Bu mitin sembolik anlamlarından yola çıkarak, sihirli, altın boynuzlu Ceryneian geyiğini ve Hesperides’lerin koruduğu altın elma veren ağaç heykellerini tasarladım.


 

Maide Bulak, Altın Elma, 2018, bronz, altın kaplama elma, 36x39x37 cm.  detay.


Ü.K.-Soyut - Figüratif Ekspresyonist resimlerinde oldukça farklı bir teknik kullanıyorsun. Öncelikle kendine has tekniğinle elde edilen ettiğin gri, siyah, beyaz lekesel arka plan ile daha sonra resme dahil olan figürler arasındaki güçlü bağı nasıl tanımlarsın?

M.B.-Resmin genelinde elde ettiğim monokrom bir dilin üstünden ilerliyorum. Evet, bunu farklı bir teknikle sunuyorum. Fotoğraf kağıdının üzerinde yarattığım tonajlarla, kompozisyonlarımda bir bütünsellik elde ediyorum. Siyahın ve grinin onlarca tonunu elde ettiğim zemin üzerine, figür ya da nesnelerin organik bir şekilde yer almalarını sağlayıp, renklerle ilişkiye geçirip, organik dokular elde ediyorum. Tanımladığınız gibi Soyut-Figüratif Ekspresyonist resimlerimde; fondaki soyutlamalarımı, fondan figüre renk geçişlerinde iletiyorum. Böylece, karanlık-aydınlık, şiddet-sakin gibi kavramları ön plana alabiliyorum. Figür ya da figürlerle karşılaşılma anlarında, bunun dramatik ve uyarıcı bir anlam örgüsünde olmasını sağlıyorum.

 

Ü.K.-Fırat Arapoğlu, sergi kataloğu için kaleme aldığı yazısında Herakles serini şöyle anlatıyor: ‘Küresel ölçekte çoğunlukla gözlemlediğimiz gibi bir -öfkeli insan- durumuna tanığız, şiddet her yere yönelmiş ve dağılmış durumda. Total bir huzursuzluk halini gösteren bu durum, pozitif bir kanala aktarılamaz mı? Karşıtlık ve çatışma, pozitif bir sürecin ilk başlangıcı olarak görülemez mi? Maide Bulak da bize, resimleri ve heykelleri aracılığıyla, sanatın çığlığını iletir gibidir. Böylece mitoloji, sadece mitoloji değil, yaşayan bir kültüre, çağımızın bir panoramasına dönüşür. Bu serinin gücü, tam da burada yatmaktadır.’ Bu seri üzerinden çağımızdaki şiddet konusu resimlerinin gizli ancak ana fikri midir?

M.B.-Ana fikirlerden bir tanesi diyebiliriz. Ama genel anlamda toplum ve iktidar başlığı altında toplayabiliriz. Toplumu bir arada tutan verilen emirlerdir ve bunu kabul edebilmemiz için kendimizden daha kuvvetli bir şey olduğunu varsaymamız gerekir. Korku içinde yayılan bir durumdur. Bu durum ne tartışılır ne de sorgulanır, sadece uygulamaya yöneltir. Bu baskı tanımlanamayan bir şiddeti açığa çıkartır. İtaatkâr kişiliklerde düşmanca hisler uyandırır. Bu aslında tarihsel bir döngüdür. Dayatılan emirler silsilesi ile yüzleşmek, içimizde oluşan şiddeti dönüştürebilmek, bu döngüyü kırmak gerekiyor. Doğanın simgeleriyle oluşturduğum figürlerde, insanın şiddete başvurmadan önceki fiziksel ve ruhsal halini izleyiciye sunmak istedim.

 

Ü.K.-İnsanlık tarihini İlk Çağ, Orta Çağ, Yeni Çağ, Yakın Çağ gibi sözde insanlığın gelişimi üzerinden dönemlere ayırarak inceliyoruz. Hatta şu anda Uzay Çağı’nda yaşadığımız kabul ediliyor ama insanoğlunun bazı açılardan psikolojik ve kültürel evrime hiç uğramadığını, hatta ilkel kaldığını bile söylemek mümkün. ‘Herakles’ten bu yana ne değişti ki?’ desek yanlış olmaz sanırım.

M.B.-Tarihte, insanoğlunun birçok düşmanı olmuştur. Bunları kıtlık (açlık), hastalıklar (salgınlar), savaş (şiddet) adı altında toplayabiliriz. Çağımızda bunları bir nebze olsun mücadele edilir duruma getirmiş olmak, doğayla başa çıkma mücadelesini gösterir bize. Fakat kendimize düşmanlığımız, zaferi getirecek en zor durumdur. Bu doyurulamaz bir egodur. Oysaki hayatta kalanın verdiği savaş, şiddetin dozajını her seferinde biraz daha artıracaktır. Bu yaptırımların sonucu belki de iktidar olma duygusudur. Sürekli tekrarlanan hayatta kalma dürtüsüyle hazzına devam eder.

Bu doğrultuda insanın kendine sorması gereken soruları olacaktır. Ne kadar şiddete eğilimliyiz? Yaşantımızda aldığımız emirleri bir kurban olarak mı yoksa bir kahraman olabilmek için mi hayata geçiririz?



Maide Bulak, Diomedes’in Kısrakları, 2017, Fotoğraf kağıdı üzerine karışık teknik, 90x106 cm.


 

 

9 Mart 2018 Cuma

MAİDE BULAK “HERAKLES” SERGİSİYLE F SANAT GALERİ’DE

Altın Boynuz, 2014, Boynuz üzerine altın varak, 88x95x34 cm.
The Golden Horn, 2014, Gold leaf on horn, 88x95x34 cm.

Soyut Ekspresyonist akımın önde gelen genç kuşak temsilcilerinden MAİDE BULAK, “HERAKLES” isimli sergisiyle; 7-31 Mart 2018 tarihleri arasında Nişantaşı F SANAT GALERİ’de sanatseverlerle buluşuyor. Maide Bulak sergisinde, mitolojinin en popüler kahramanlarından biri olan Herakles ya da Herkül’ün 12 görevi -ya da dayatılan emirler- üzerinden, M.Ö. 2000’li yıllardan günümüze güç, iktidar, kahramanlık, öfke, şiddet kavramlarının toplumsal, kültürel ve siyasi psikoloji açısından çok da değişiklik göstermediğini bir kez daha resim ve heykeller aracılığıyla plastize ediyor.

Altın Elma, 2018, bronz, altın kaplama elma, 36x39x37 cm.
Gold Apple, 2018, bronze, gold plated apple, 36x39x37 cm.


Herakles, mitolojide önemli bir karakterdir. Gücü, cesareti, kurnazlığı ve yarı-tanrı kimliğiyle tanınır. Aslında, Tanrıça Hera yüzünden cinnet geçirir ve karısı ve çocukları uyurken, onları ani gelişen bir canilik ve öfke sonucunda öldürür. Bunlardan pişman olan Herakles, Zeus'tan onu affetmesini ister. Zeus Herakles’i Kral Eurystheus’un emirlerini yerine getirmek şartıyla bağışlayacağını söyler. Yani Herakles Eurystheus’un hizmetine girer ve onun isteklerini yerine getirmeye çalışır. Böylece Eurystheus, Herakles’e o çok meşhur olan 12 görevi verir. Bu mitte Herakles, verilen emirler üzerinden bir kahramanlık hikayesi yaratmıştır çünkü 12 görevi de başarıyla gerçekleştirmeyi başarmıştır. Nemea Aslanı, Lerne Ejderhası, Erymanthos Yabandomuzu, Keryneia Geyiği, Stymphalos Gölü Kuşları, Kral Augeias’ın Ahırları, Girit Boğası, Kraliçe Hippolyte’nin Kemeri, Geryoneus’un Sığırları, Diomedes’in Kısrakları, Kerberos, Hesperidler’in Altın Elması başlıkları altında toplanan bu emirleri, Maide Bulak bu sergisinde kendi sanatsal tekniğiyle, günümüzün sosyal değerleri üzerinden yorumluyor. Son yıllarda tüm dünyada emir-komuta zincirinin giderek adaletten uzaklaşmasına, demokratik değerlerin yitirilmesine, şahsi cinnet vakaları sonucu kadınların gördüğü şiddete, çocukların öldürülmesine kendi sanatsal ifadesiyle dikkat çekmeye çalışıyor.


Stymphalos Kuşları-2, 2015, Fotoğraf kağıdı üzerine karışık teknik, 142x106 cm.
The Stymphalian Birds-2, 2015, Mixed media on photo paper, 142x106 cm.
Soyut - Figüratif Ekspresyonist akımın önemli temsilcilerinden Maide Bulak, kendi geliştirdiği teknikle çalışmalarını fotoğraf kağıdı üzerine gerçekleştiriyor. Resmin genelinde elde ettiği monokrom bir dilin üstünden ilerliyor. Fotoğraf kağıdının üzerinde yarattığı tonajlarla, kompozisyonlarında bir bütünsellik elde ediyor. Siyahın ve grinin onlarca tonunu elde ettiği zemin üzerine, figür ya da nesnelerin organik bir şekilde yer almalarını sağlayıp, renklerle ilişkiye geçirip, organik dokular elde ediyor.

Maide Bulak’ın 7-31 Mart 2018 tarihleri arasında Nişantaşı F Sanat Galeri’de yer alan “HERAKLES” sergisinde, 13 adet resim çalışmasının yanı sıra bu seri için özel olarak tasarladığı “Altın Boynuz”, “Altın Kayık” ve “Hesperidler’in Altın Elması” isimli üç adet heykel çalışması da görülebilir.

İletişim:
F SANAT GALERİ
Valikonağı Caddesi, Akkavak Sokak, Polat Apt.
No:38/2 Nişantaşı-İstanbul
Tel: 0 (212) 296 83 32


Keryneia Geyiği, 2013, Fotoğraf kağıdı üzerine karışık teknik, 106x126 cm.
 The Ceryneian Hind, 2013, Mixed media on photo paper, 106x126 cm.


MAİDE BULAK (1973, İstanbul)
1992-1996      Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resı̇m Bölümü
1996-2000      Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Resim Bölümü Yüksek Lisans

KİŞİSEL SERGİLER
2018    “Herakles”, F Sanat Galeri, İstanbul
2015    “Kent ve Sessizlik”, Galeri Ark, İstanbul
2011    “Lejant”, Olcayart Galeri, İstanbul
2010    “İO”, Çağla Cabaoğlu Art Galeri, İstanbul
1999    “Adak”, Falez Sanat Galerisi, Antalya
1998    “Tül ve Tülbentler”, İsviçre Sigorta Sanat Galerisi, İstanbul

GRUP SERGİLERİ VE ETKİNLİKLER
1994’ten 2018’e kadar 40’tan fazla grup sergisi, sempozyum ve etkinliğe katıldı. 2005
yılında, Tevfik İhtiyar Sanat Galerisi “Yılın Genç Ressamı” Yarışma Finalisti oldu. 1998 yılında ise, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın “Deniz” konulu yarışmada Birincilik Ödülü aldı.


Lerne Ejderhası, 2013, Fotoğraf kağıdı üzerine karışık teknik, 142x318 cm., triptik
The Lernaean Hydra, 201, Mixed media on photo paper, 142x318 cm., triptych

9 Aralık 2017 Cumartesi

DEVRİM ERBİL, ŞİİRSEL İSTANBUL SOYUTLAMALARIYLA F SANAT GALERİ’DE

Devrim Erbil, “İstanbul, Şiirsel İzlenim”, 2016, tuval üzerine yağlıboya, 110x130 cm.

DEVRİM ERBİL’in 13 Aralık 2017 – 5 Ocak 2018 tarihleri arasında F SANAT GALERİ’de yer alacak “İSTANBUL’A BAKIŞ” isimli resim sergisi öncesi Etiler Galliard’da düzenlenen basın kahvaltısında gerçekleştirdiğimiz röportajda Akademide geçirdiği 50 yılı, Resim ve Heykel Müzesi Müdürlüğü dönemi, 2004 yılında açılan Balıkesir Devrim Erbil Çağdaş Sanat Müzesi ve kısa bir süre sonra Haliç’te açılacak olan Devrim Erbil Çağdaş Sanatlar Müzesi gibi 60 yıllık sanat yaşamının kilometre taşlarını konuştuk.
ozan ünal, heykeltraş, heykel

RÖPORTAJ: Ümmühan Kazanç

1937 doğumlu Devrim Erbil, 80 yıllık hayatına çok şey sığdırmış, yaşamını sanata ve sanatın geniş kitlelere yayılmasına adamış bir sanat insanı. 1955 yılında girdiği Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’nde, Halil Dikmen ve Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun öğrencisi oldu ve 1959 yılında mezun oldu ve aynı yıl arkadaşlarıyla “Soyutçu 7”ler grubunu kurdu. 1962 yılında Akademi’ye asistan olarak girdi. Bedri Rahmi Eyüboğlu, Cemal Tollu ve Cevat Dereli atölyelerinde görev aldı. 1963 yılında Altan Gürman, Adnan Çoker, Sarkis ve Tülay Tura ile Mavi Grup’u kurduktan sonra İspanya Hükümeti’nin sanat bursu sınavlarını kazanarak gittiği Madrid ve Barcelona’da başladığı sanat araştırmalarına Paris ve Londra’da devam etti. Türkiye Çağdaş Ressamlar ve Görsel Sanatçılar Derneği Başkanlığı, 1979-1982 yılları arasında İstanbul Resim Heykel Müzesi Müdürlüğü görevlerinde bulunan Devrim Erbil, 1981 yılında profesör oldu. 1985’te başladığı Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü Başkanlığını üç yıl sürdürdü. 1988-1990 yılları arası Yıldız Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde bölüm başkanlığı yapan sanatçı, 1990 yılında bu kez Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi dekan yardımcılığı görevine getirildi. 1991 yılında Devlet Sanatçısı ünvanını ile onurlandırıldı. 2002 yılında Balıkesir Belediyesi’nce Devrim Erbil Çağdaş Sanatlar Müzesi adıyla kişisel müzesi açıldı. 2004 yılında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nden emekli oldu. Sanatçı, 2005’te Doğuş Üniversitesi'nde Sanat ve Tasarım Fakültesi Dekanı olarak göreve başladı ve halen öğretim üyeliği görevini sürdürmektedir. Ayrıca İstanbul Kemerburgaz Üniversitesi Mütevelli Heyet üyesidir. Devrim Erbil, akademideki unutulmaz elli yılını, 2015 yılında Tophane-i Amire’de açtığı “Akademi’de 50 Yıl” sergisiyle taçlandırdı. 2017 yılında 80. Yaşını yine birçok sergi ve etkinlik ile kutladı.


Devrim Erbil Hocamız ile F Sanat Galeri’de.
İlk sergisini daha lise öğrencisiyken Balıkesir Kültür Derneği, Çocuk Kütüphanesi’nde açtı. Yurtiçinde yaklaşık 160, yurtdışında 50 civarı kişisel sergi açtı. Katıldığı karma sergiler, sempozyumlar, kaleme aldığı makale, araştırma ve kitaplar, ulusal ve uluslararası ödülleri de düşünürsek, çok uzun bir liste çıkıyor karşımıza.

Tüm bunların ötesinde Resim sanatının tüm tekniklerini kullanıyor. Tuval resminin dışında özgün başka tekniklerle de eser üretiyor. Sanatı geniş kitlelerle paylaşmak anlamını taşıyan Gravür ve serigrafi, vitray, seramik, ahşabın olanaklarını kullandığı marküteri uygulamalar, ışık ve hareket kavramlarına yeni boyutlar kazandırdığı renkli pleksiglaslar, izleyiciyi resmin içinde dolaştırdığı Video Art çalışmaları ve tabii ki Devrim Erbil desenlerinin hayat bulduğu halı tasarımları.

Devrim Erbil’in, 2016 yılının Ağustos ayında Bodrum’da açtığı “Müzesini Düşleyen Resimler” sergisi, Devrim Erbil Sanat Eğitim ve Kültür Vakfı’na bağışladığı resimlerden oluşuyordu. Bu sergi, doğrudan HALİÇ’te açılacak Devrim Erbil Çağdaş Sanatlar Müzesi’nin ön gösterimiydi. Devrim Erbil, uzun yıllardır hayalini kurduğunu müzeyi şu sözlerle anlatıyor.


Yaklaşık 60 yıllık sanat yaşamınızda hem eğitim hem de üretim konusunda sanatın her alanında aktif olarak rol aldınız. Uzun zamandır müze açma planınız olduğunu duyuyorduk. Şimdi bu hayaliniz de gerçekleşiyor sanırım.
2017 yılında çeşitli sergi ve sanat etkinlikleri ile 80. Yaşımı kutladım. İlk olarak Şubat ayında Ankara Çağdaş Sanatlar Merkezi’nin üç katına da yayılan bir sergi açtım. 150-200 civarı eser sergiledim. Akademide 50 yıl kaldım, emekli olduktan sonra dekanlıklar yaptım, hala üniversite ile bağlarımı koparmadım. İnsanın eli tuttuğu, gözü gördüğü, aklı yerinde olduğu sürece üretmeye devam etmeli. Ne yazık ki bazı sanatçılarımızın ismi büyük ama ortada eseri yok. Ben bu 60 yılı dolu dolu yaşadım. Bir koltukta birçok karpuz taşıdım. Bizim zamanımızda sanatın yan dalları yoktu. Şimdi sanat yönetimi diye bir bölüm var. 60 yıl önce böyle bir bölüm yoktu. Sanat yönetimi adı altında gerçekleştirilen tüm faaliyetleri biz kendimiz yapıyorduk ve hala kendimiz yapıyoruz.
Ayrıca sanatçı derneklerinde çalıştım. Ercüment Kalmık’ın Başkanlığı döneminde Çağdaş Ressamlar Derneği’nin Genel Sekreterliğini yaptım. Sanatçıların sosyal ve kültürel hakları için çaba harcayan bir dernekti. Bu vesileyle benden önceki kuşakları tanıdım. Bedri Rahmi Eyüboğlu, Cemal Tollu, Cevat Dereli, Ali Çelebi, Nurullah Berk gibi. Ben Bedri Rahmi’nin atölyesinde eğitim aldım. Biz akademinin ilk asistanlarındanız. Ben yedek subaylığımı yaparken Özdemir Altan ilk asistan olarak girdi akademiye. Ben askerliğimi bitirdikten sonra 1962 yılının Kasım ayında akademiye girdim. Yaklaşık üç ay süren, uzun bir sınav sürecinden sonra akademiye girebildim. Çok ciddi bir lise eğitimi almıştım ve çok başarılı bir öğrenciydim. Edebiyat ile ilgiliydim. Tüm yazarları tanıyordum. Sınavlara çok donanımlı olarak girdim. Atölye Hocam Bedri Rahmi o zaman yurtdışında olduğu için, jüride yer alamamıştı. Ona rağmen açık ara bir başarıyla asistanlık sınavlarını kazandım. Burhan Toprak Sanat Tarihi hocamdı. Ahmet Kutsi Tecer’den estetik dersleri aldım. Bedri Rahmi, Cemal Tollu ve Cevat Dereli atölyesinde asistanlık yaptım. Akademide 60 yılın canlı tanığıyım diyebilirim.
Sanatçı derneklerinde önce genel sekreterlik yaptım, daha sonra Çağdaş Ressamlar Derneği’nin Başkanlığını yürüttüm. 1980’lerin başında Görsel Sanatlar Derneği’nin Kurucu Başkanlığını yaptım. İlk Nejad Melih Devrim sergisini orada açtım. Bu dernek faaliyetleri sayesinde kendi hoca kuşağımdan önceki kuşakları da tanıdım. 1954-55 yıllarında İbrahim Çallı’nın derslerine girmiştim. İbrahim Çallı yeni emekli olmuştu. Akademiye gelip gidiyordu. Hikmet Onat, Feyhaman Duran, Şeref Akdik, Eşref Üren, Cemal Bingöl, İhsan Cemal Karaburçak’ı tanıma şansım oldu. Akademi’nin kültür işlerinde de çalıştım. Daha ilk asistan olduğum yıllarda Türkiye Milli Komisyonu’nun Anadolu’da kültür haftaları olurdu. Erzurum’a, Trabzon’a, Kayseri’ye o haftalarda müzeden resim sergileri götürürdük. Topkapı Sarayı’ndan bazı işler gelirdi. Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nden minyatürler gelirdi. Devlet Opera ve Balesi’nden Suna Kan konser verirdi. Sebahattin Eyüboğlu gibi önemli Tarih hocaları, o toplantılara giderdi. Anadolu’ya Türk sanatını, kültürünü anlatmak için çaba harcardık. Ben de çok genç bir asistan olarak akademiyi temsilen bu toplantılara giderdim. Türk sanatı üzerine konuşmalar yapardım çünkü hem bilgi birikimine sahiptim hem de bunu anlatabilecek konuşma cesaretine sahiptim. Edebiyatla ilgilenmek, insanın daha rahat konuşmasını sağlıyor. Lisedeki çok değerli hocam Kadri Kiper’in yönlendirmeleriyle çok önemli edebi kazanımlarımız oldu. Edebiyat ile yaşam arasında bağlantı kurmak adına çok önemli yönlendirmeler yaptı.
Akademinin ve derneklerin sanatsal etkinlikleri, Osman Hamdi Ödülleri sayesinde sanatla, sanatçılarla, değişik kuşaklarla tanıştım. 1980’li yıllarda akademide Sanat Bayramları olurdu. Bu sanat fuarlarının ilk örneğini biz açtık. 1983 yılında Atatürk Kültür Merkezi’nde Galeriler Sergisini açtık. İstanbul’daki yaklaşık 25 galeri katıldı. Yani günümüzdeki fuarların ilk başlangıcıydı onlar. Akademi’nin 1970 ve 80’lerdeki tüm etkinliklerinde yer aldım. Geçtiğimiz aylarda Salt’tan Vasıf Kortun ve ekibi geldi. Şimdi iki yıl süreyle benim bütün arşivimi alacaklar ve kayıt edecekler. Benim sadece sanatçı kimliğim yok. Bir koltukta birçok karpuz taşıdım. Hem sanatçı örgütleri, akademisyen, ressam, müzeci, kültür etkinliklerinin içinde olan biriyim. Bunlar kolay bir şey değil ve ben bunların hepsini çok ciddiye aldım.


Devrim Erbil, “İkili Bakış, Süleymaniye Camii”, 2017, tuval üzerine yağlıboya, 120x170 cm.

Resme ne zaman başladınız?
Ben edebiyattan ve şiirden geliyorum aslında. İlkokulda resim görmedim. Müze yok, sergi yok… Resim ile ortaokul yıllarında tanıştım. Ahmet Uzelli, Ahmet Sırrı Özbay, daha sonra İrfan Yılmaz, Perihan Ege gibi hocalarım sayesinde resme girdim ve birden bire sanata yöneldim. Liseyi bitirdiğim zaman birkaç sergi açmıştım Balıkesir’de. Akademiye çok kararlı olarak gittim. O dönemde Anadolu’daki çocuklar yatılı olduğu için Gazi Eğitim’e gitmeyi tercih ederdi. Hâlbuki ben akademide çok çetin bir şey ile karşılaştım. Hayatı kazanmak zorundaydım çünkü babam memurdu ve üç kardeş de okuyorduk. Ben en büyükleriyim. Akademideki ilk yılın birkaç ayından sonra hayatımı kazanarak üniversite tahsilimi bitirdim. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun yanında çalıştım, mozaikler dizdik, eserlerine yardımcı olduk. O zaman İzmir Fuarı’na giderdiki, standların dekorasyon ve boyasını yapardık. Hatta ilk yılın sonunda Demiryolları’nda saati 60 kuruştan işçilik yaptım. Hayatımı böyle kazanıp geldim bu noktaya. O yüzden insanın gözü gördüğü, eli tuttuğu, aklı yerinde olduğu sürece çalışabilmesinin büyük bir mutluluk olduğunu düşünüyorum. Ben her sabah şükrederek kalkıyorum. Bugün de sağlıklıyım diyorum ve ailem, kendim, ülkem ve insanlık için çalışmalıyım diyorum. Yani gücüm neyse, bunu ben göstermeliyim. Onun içim tüm hayatımda inanılmaz bir tempoyla, birçok işi bir arada yaparak bu noktaya ulaştım.

Resim ve Heykel Müzesi’nde çalışmanız nasıl oldu?
Tüm bu çalışma tempomu bilen ve beni tanıyan akademisyenler, yöneticiler beni Resim ve Heykel Müzesi’ne tayin ettiler. 1979-1982 yılları arasında çalıştım. Neden müze? Bir, akademiye bağlı bir müze. İki, 1937 yılında Atatürk’ün talimatıyla kurulmuş. Atatürk’ün çok rahatsız olduğu, son dönemleri ve manevi kızı Ülkü yanında kalıyor. Müzenin açılması için emir veriyor ve bunun düzenlenmesi de Türkiye’de tek sanat kurumu olan Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ne bu görevi veriyor. Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde de Leopold Levy Fransa’dan gelmiş resim bölümünün başında. 1933 yılında da D Grubu sanatçıları Paris’ten dönmüş. Nurullah Berk, Cemal Tollu, Almanya’dan gelen Zeki Kocamemi, Ali Çelebi, Bedri Rahmi, sonra Sabri Berkel, Elif Naci, Abidin Dino katılıyor onlara. Böyle bir grup var. D Grubu’nun akademide olan sanatçılarıyla bütün emirler veriliyor. Türkiye’deki saraylardan, okullardan, nerede varsa resimler isteniyor. Resimlerin büyük bir kısmı Dolmabahçe Sarayı’nda zaten. Minyatürler, bir Bektaşi tekkesindeki portreden başlayarak, Mevlevi tekkelerindeki eserler, dini resim, halk resmi bir araya getiriliyor. Türk Halk sanatı örneği çok fazla yok. Müzeyi ben yeniden kurgulasam çok farklı bir geriye dönüş ile yola çıkabilirim. Oraya mezar taşlarından, halk sanatından, minyatürden örnekleri koyarak, ondan o hassas dönemin geçişini göstermeye çalışırım. Türk resminin Batılılaşma Dönemi’nin çok önemli bir dönemi var. O dönemi, Abdülmecitleri, sarayı, gidip gelen ressamları, oryantalistleri çok farklı şekilde kurgulardım ama müzenin kurgusunu Halil Dikmen yapmış. O zaman o da akademide galeri hocası. Halil Dikmen müze müdürü olmuş, çok zarif, mükemmel, filozof gibi biriydi. Mevleviydi. Müzeye gittiğimiz zaman ney çalardı bize. Leopold Levy ile birlikte gelen resimleri seçiyorlar, bir düzen kuruyorlar. Önce primitifler, Batı ile temas sırasında Batı etkisini alan yağlıboya resimler, Yıldız Porselen Fabrikası’nda çalışan bir kısım ressamlar, sonra klasikler dediğimiz Şeker Ahmet Paşa, Süleyman Seyyit ve Hüseyin Zekai Paşa, Halil Paşa var. Ondan sonra empresiyonistler, D Grubu, Modern resim diye gidiyor. Bunları düzenliyor ve müzeyi açılıyorlar. Atatürk geliyor, geziyor. O gün çekilmiş fotoğrafları var. 1979 yılında müzeye müdür olduğumda çok heyecanlanmıştım. Çünkü ben müzeyi hep kendimle yaşıt görüp, özdeşleştiririm. Çünkü 20 Eylül 1937’de müze açıldı, ben 16 Eylül 1937’de doğmuşum. Aramızda dört gün var yani. Bir de ben çok samimi bir Atatürkçüyüm. Onun Türkiye için değerini çok iyi hisseden, önemli bulan ve onun ilkelerinin, devrimlerinin, çağdaşlığının çok doğru bir yöntem olduğunu, Türkiye’nin bugünkü dünya içerisindeki konuma gelmesinde çok büyük rolü olduğuna inanıyorum. Bundan sonra daha iyi olması için de onun ilkelerinin her zaman geçerli olduğuna inanan bir insanım. Müze müdürü olduğum zaman böyle kutsal bir iş yapacağımı biliyordum ama kapalı bir müzeydi. Benden önceki müze müdürü Hüseyin Gezer’di. Ondan önce Halil Dikmen vardı. 60’lı yıllarda Halil Dikmen Güzel Sanatlar Müdürü oldu Ankara’da ve devletin sanat konusundaki tek danışma kurulu Akademi’ydi. 62 ya da 63 yılında Genel Müdürlük odasında kalp krizi geçirerek vefat etti. Sonra Nurullah Berk, bir altı ay kadar Sabri Berkel, sonra Hüseyin Gezer müdür oldu. Hem Atatürk’ün kurduğu hem de bu önemli sanatçıların müdürlük yaptığı müzede görev almak da çok önemli. Ayrıca müze kapalı bir müzeydi. Çünkü 1976 yılında müzenin bütçesi yok, müze müdürü akademideki görevinin yanı sıra bu işi sevdiği için yapıyor, oraya tayin ediliyor. Hiçbir maddi karşılık almadığınız, almayı aklınıza getirmediğiniz bir görev. Ama kendinizi vermeniz gereken bir görev. Hüseyin Gezer bir bakıyor akademide aktif görev almayan, gözü görmeyen, iş göremeyen elemanlar çalışıyor. Bütçe yok. Daha önceki yıllarda Devlet Sergileri’nden resimler alınır, oraya yollanırdı. Resim de gelmemeye başladı. Bina Dolmabahçe Sarayı’nın veliaht dairesi ama tavanı akıyor, her yer su. Hüseyin Gezer bu şartlar altında bir basın toplantısı yapmış 1976 yılında. Yani şemsiyeler ellerinde, bakın burası bir müze diyor. Böyle bir müze olur mu diyor. İçini döküyor, döküyor ve müzeyi kapatıyorum diyor. Paris’te Louvre, İngiltere’de National Gallery’nin kapanacağı duyulsa kıyamet kopar. Hüseyin Gezer de böyle bir tepki bekliyor. Ama çıt yok. Sonra müze 2-3 yıl kapalı kalıyor ve ben kapalı bir müzenin başına geldim. Ben müzeci değilim, ilk olarak kendimi yetiştirmeye çalıştım. Müze nedir, sadece biriktirir mi, gösterir mi, çağdaş müzeler nasıl yapıyor? Bütün dünya müzelerinden dökümanlar istedim. Bana yardımcı olmalarını istedim. Güzel dökümalar geldi. Burada da çok güvendiğim Sanayi Kalkınma Bankası’nda tanıdıklarım vardı. Orada çalışan ileri görüşlü, iyi eğitimli insanlar vardı. Onları müzeye davet ettim. Onlardan danışmanlık ve destek istedim. Onlar da seve seve yardımı oldular. Önce müzenin güvenliğinden başlayarak, bir yıl yoğun çalıştım. O sıra 80 ihtilali oldu. O dönemde İstanbul’da Tuğgeneral Naci Şekerevvelin Paşa vardı. Ben müze müdürü olarak bir müze destek derneği kurdum. Sevda Eczacıbaşı, Nurettin Sözen, Gültekin Elibağ vardı bu dernekte. Biz Naci Paşa’dan randevu aldık ve müzenin durumunu anlattık. Ülkeye gelen kişiler Topkapı Sarayı’nı geziyor, geleneksel sanat eserlerimizi görüyor ama çağdaş sanat eserlerimizi göremiyor dedik. Müzede 3500 eser var dedik. Bun müzeyi ele güne karşı açmak durumundayız dedik. Paşa bizi destekledi. Tomur Atagök, müze yardımcısı olarak göreve başladı, onun da enerjisiyle işe koyulduk. Naci Paşa her gün müzeye geldi. Uzun bir süre çöpler temizlendi ve 81 yılında müzeyi açtık. Müze açıldığı zaman, ben hiçbir derneğin üyesi olmadım ama Rotary, Leons gibi gruplar destek verdi. Dönemin Akbank Genel Müdürü Hamit Belli destek verdi. Müzenin kataloğuna Akbank destek verdi.
Resim ve Heykel Müzesi’ni benim müdürlüğüm dönemimde 1600 kişi geziyordu. Açtım ve gezilebilir bir müze haline getirdim. Müzenin Derneğini ben kurdum, orada kurslar veriliyordu. İlk başkanı İsmail Tunalı’ydı. İkinci başkanı Sevda Eczacıbaşı’ydı. Yönetim Kurulu’nda Ayşe Kulin, Nurettin Sözen gibi isimler vardı. Çocuklar için resim kursu yapıldı. 600 çocuk ders alıyordu. Sanatın toplum içinde yaygınlaşması, gelişmesi adına sürekli projeler üretiyorduk.
50 yıllık akademide kaldım. 1954-2004 yılları arasında. Daha sonra Kültür Üniversitesi’nde çalıştım. Şimdi kendim bir Güzel Sanatlar Üniversitesi açmayı düşünüyorum. Bunun için bir vakıf kurdum. Devrim Erbil Kültür ve Sanat Vakfı. Merkezi Kadıköy’de antikacılar çarşısında. Hem benim eserlerimi korusun hem de eğitime destek versin istiyorum.


Devrim Erbil, “Mavi Titreşim”, 2017, tuval üzerine yağlıboya, 140x140 cm.


2004 yılında T.C. Balıkesir Belediyesi Devrim Erbil Çağdaş Sanat Müzesi açıldı.
Bu müzede benim, benim kuşağımdan Adnan Çoker, Özdemir Altan ve benden sonraki kuşaktan olan Kemal İskender, Neş’e Erdok, Aydın Ayan’ın çalışmaları var. Ben 3-4 yaşlarındayken babam Balıkesir’e Demiryolları’na tayin olmuş. Ben lise son sınıfa kadar orada okudum. Hiçbir zaman kent ile bağlantımı kesmedim, beni severler, konferanslara davet ederler, sergiler açarım. Oranın kültürel gelişimiyle ilgilenirim. 2000 yılında orada müzem açıldı. Vali Utku Acun sınıf arkadaşımdı. Ben hep ona çağdaş müze ve çağdaş sanatın bir kent için ne kadar önemli olduğunu anlatınca müze açılmasına karar verildi. Ben resimlerimi verdim. Ama sadece benim resimlerimin olması içime sinmedi. Öğrencilerimin, arkadaşlarımın, sevdiklerimin de eserleri olsun istedim. Akademi mezunu, Londra’da yaşayan kızım ressam Renk Erbil’in de çalışmaları var.


Devrim Erbil, “İstanbul, Mor”, tuval üzerine yağlıboya, 105x105 cm.

Şimdi de Haliç’te bir müze açmayı planlıyorsunuz sanırım.
Müzecilik çok ciddi bir iş. Özel müzecilik ayrı, kamu yani devlet müzesi çok ayrı bir alan.
Ayrıca Lise’deki resim öğretmenimin durumu bana çok şey öğretti. Adnan Turani de ondan ders almış ve bir kitabın da Sırrı Özbay’ın çalışmalarına yer vermek istedi ama tek bir eserini bile bulamadık. Varisi yoktu, çalışmaları yok olmuş. Eserlerimim dağılmasını istemiyorum. Benim kendi seçtiğim, her dönemimden eserlere yer vermek istiyorum müzemde. Hatta bazen benim bir dönemimi çok iyi temsil ettiğini düşündüğüm resimlerimi geri satın alıyorum. Kendimin biçimlediği bir müze, vakfımın kolladığı bir yer olsun istiyorum. Bu eserlerimi vakfıma bağışladım. Eserlerimin en iyi korunacağı yer müzedir diyorum ve hayattayken bu eserleri bir araya getirip bir müze açmak istiyorum. Bu yıl, Beyoğlu Belediyesi Başkanlık Binası Sergi Salonu'ndaki "İstanbul-Şiirsel Bir Yorum" adlı kişisel sergimin açılış töreninde, Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan, Beyoğlu Nişanı takdim etti. Sergi sonrasında müze konusu gündeme geldi ve Beyoğlu Belediye Başkanı’nın desteğiyle Haliç’te bir bina kişisel müzem için tahsis edildi.


Bodrum’da “Müzesini Düşleyen Resimler” diye bir sergi açmıştım. Bu resimler Haliç’te açılacak müzeye gidecek. Sanatçılar çocuğunun geleceğini düşünmek durumunda olduğu gibi eserlerinin de geleceğini düşünmek durumunda. Eğer eserlerinize değer veriyorsanız sahip çıkacaksınız. Sanatçının olduğu kadar, eserin de bir hayatı var. Eserlerimin geleceğini düşünmek zorundayım. Sırrı Özbay örneğinde olduğu gibi eserler bir arada olmazsa yok oluyor. Sanatçının bireysel katkısı kadar belediye, devlet gibi kurumların da çağdaş sanata destek vermesi, müzeler açması, sanatçıların eserlerini koruması, gelecek nesillere taşıması gerekiyor. 


Devrim Erbil, “İstanbul, Galata'da Kuşlar”, 2015, tuval üzerine yağlıboya, 85x150 cm.