Viyana Avusturya Uygulamalı Sanat Müzesi (MAK) etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Viyana Avusturya Uygulamalı Sanat Müzesi (MAK) etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Ekim 2013 Çarşamba

BİR İMPARATORLUK BAŞKENTİNDE ÇAĞDAŞ TÜRK SANATI SEÇKİSİ

BİR İMPARATORLUK BAŞKENTİNDE ÇAĞDAŞ TÜRK SANATI SEÇKİSİ

Çağdaş sanata dayalı kültürel alışverişe odaklanan uluslararası petrol ve doğalgaz şirketi OMV’nin desteği ile İmparatorluk, sanat ve klasik müzik başkenti Viyana’da, Avusturya Uygulamalı Sanat Müzesi (MAK)’nde düzenlenen ve Türk Çağdaş Sanatı adına gurur verici bir seçki sunan, “Mucizevi Göstergeler: Bugünün İstanbul’unu Aramak” sergisini Artam Dergisi okuyucularımız için gezdik. 21 Nisan 2013 tarihine kadar izlenebilecek serginin küratörleri Simon Rees ve Bärbel Vischer.

ÜMMÜHAN KAZANÇ

Yüzyıllar boyu Habsburg Hanedanlığına başkentlik yapan Viyana, şu anda Avusturya’nın başkenti ve Londra, New York ve Paris’ten sonra dünyanın en önemli sanat ve klasik müzik merkezlerinden biri. Bir imparatorluğa yıllarca başkentlik yapmış olmasından dolayı gerek mimari gerekse kültürel açıdan Avrupa’nın en güzel şehirlerinden biri. Onlarca tarihi binası, sarayları, kiliselerinin yanı sıra oldukça önemli müzelere de ev sahipliği yapıyor. Museums Quartier, Albertina, Kunsthalle Vienna, Belvedere, Kunsthistorisches Museum, Kunst Haus Wien, MAK (Museum of Applied Arts), Essl Museum, Leopold Museum, Kunstkammer Vienna, Bank Austria Kunstforum, Generali Foundation, Thyssen-Bornemisza Art Contemporary, Academy of Fine Arts Vienna, Sigmund Freud Museum, mumok (Museum of Modern Art Ludwig Foundation Vienna), Liechtenstein Garden Palace, House of Music, Mozarthaus bunlardan sadece birkaçı. Ve bu müzelerde düzenlenen sergiler gerçekten görmeye değer.

“Mucizevî Göstergeler: Bugünün İstanbul’unu Aramak”
Avusturya’nın en önemli müzelerinden biri olan Avusturya Uygulamalı Sanat Müzesi (MAK), ise, “Mucizevi Göstergeler: Bugünün İstanbul’unu Aramak” adlı sergiyle, İstanbul şehrinin çağdaş sanat üretimlerine tek seferlik ve günümüze ait bir bakış açısı sunuyor. Sergiye katılan, 1930-1980 yılları arasında doğmuş, üç nesilden sanatçının eserlerinin çizdiği Doğu ve Batı kültürlerinin etkisindeki bu çok katmanlı metropolün kültürünü ve tarihini anlatan yaratıcı eskiz, MAK’ın sergi salonunu İstanbul’a dair ince bir resme dönüştürüyor.
Bir başlangıç niteliği taşıyan bu öncü sergi projesi, kültür sponsorluğu konusunda şirketin çekirdek pazarı konumunda bulunan Avusturya, Romanya ve Türkiye arasındaki, çağdaş sanata dayalı kültürel alışverişe odaklanan uluslararası petrol ve doğalgaz şirketi OMV’nin desteği ile hayata geçirildi. OMV böylelikle, bu bölgelerdeki ticari girişimlerinin yanı sıra, kültürel diyaloğa da katkıda bulunmayı amaçlamış.
Yabancı kültürler hakkındaki kolektif tasavvurun oluşumunun edebiyatla ilişkisinin yanı sıra, çağdaş sanatın bir konusu olan öyküleme, bu serginin küratörleri için belirleyici bir unsur olmuş. Kültür bilimci Homi K. Bhabha’nın kaleme aldığı, yeni ve yabancı bir dil ve kültürle tanışırken hissedilen mucize ve şaşkınlık dolu anları tasvir eden makale, sergi küratörlerinin bu yaklaşımı için ilham kaynaklarından biri. Franco Moretti’nin “Signs Taken for Wonders” (Londra, 1938) adlı kitabında yaptığı edebiyat, kültür ve “dünya görüşleri” arasındaki bağlantıyı inceleyen analizi de referans noktalarından bir diğeri. Bu konuyla ilgili benzer yaklaşımlara, yazar Orhan Pamuk, Mario Levi ya da Pierre Loti gibi uluslararası edebiyatçıların eserlerinde de rastlamak mümkün.
“Mucizevi Göstergeler” adlı sergi, küreselleşmenin hızla yaşandığı bir zaman diliminde ortaya çıkan tekil sanatsal dünyaları sunuyor. Sergide içe bakış, kişisel ve hayali öykülemeler ve diyalog ile devinen, geniş çaplı iç-dış hareketleri ve dönüşümleri belgeleyen eserler öne çıkıyor. Bununla birlikte Türkiye’den gelen sanatçıların bu üretimleri, İstanbul’un kültürel hafızasına ışık tutan uluslararası çağdaş sanat örnekleri içinde, birbirleriyle etkileşecek şekilde bir araya geliyor.
“Mucizevi Göstergeler: Bugünün İstanbul’unu Aramak” sergisi, hem Viyana’da yaşayan ve çalışan (buna uluslararası göçmenler de dahil), hem yurtdışında yaşayan Türkiye kökenli sanatçılar, hem de uluslararası sanatçılar tarafından ortaya konuyor. Sergiye katılan sanatçılar ise, Hamra Abbas, Murat Akagündüz, Yeşim Akdeniz, Eylem Aladoğan, Meriç Algün Ringborg, Hüseyin Bahri Alptekin, Halil Altındere, CANAN, Aslı Çavuşoğlu, Cengiz Çekil, Banu Cennetoğlu, Mutlu Çerkez, Antonio Cosentino, Canan Dağdelen, Lukas Duwenhögger, Cevdet Erek, Erdem Ergaz, Murat Gök, Nilbar Güreş, Sibel Horada, Emre Hüner, Aki Nagasaka, Olaf Nicolai, Marcel Odenbach, Ahmet Öğüt, Füsun Onur, Mario Rizzi, Nasra Şimmes, Erdem Taşdelen, Cengiz Tekin, Güneş Terkol, İrem Tok, Uygur Yılmaz.
Sergiye paralel olarak yayınlanan ve Christoph Thun-Hohenstein, Simon Rees ve Bärbel Vischer’in yayıncılığını üstlendiği, Vasıf Kortun, Mario Levi, Markus Neuwirth, Bige Örer, Nikos Papastergiadis, Simon Rees, Gerhard Roiss, Christoph Thun-Hohenstein ve Bärbel Vischer tarafından kaleme alınmış yazılardan oluşan Almanca/İngilizce sergi kataloğu da Türk Çağdaş Sanatını yakından takip edenler için önemli bir kaynak.

OMV Grup CEO’su Gerhard Roiss, Türk Çağdaş Sanatına verdikleri destek ve “Mucizevi Göstergeler” sergisi ile ilgi şu açıklamayı yapıyor: “OMV, Viyana MAK Sergi Salonu’nda gerçekleştirilen ‘Mucizevi Göstergeler: Bugünün İstanbul’unu Aramak’ sergisinin ana sponsorudur. Uluslararası bir petrol ve doğal gaz şirketinin İstanbul’u konu alan modern sanatla ne ilgisi olduğunu merak edebilirsiniz. Açıklamama izin verin: Uluslararası faaliyet gösteren bir şirket olarak OMV kendisini kurumsal sosyal sorumluluğa adamıştır. Sponsorluk, bu sorumluluğu üstlenme yöntemlerimizden biridir. Sporda ve sosyal konularda uzun bir sponsorluk geçmişine sahibiz. Sanat ve kültür alanındaki faaliyetlerimiz ise, göreceli olarak yeni sayılabilir. Modern güzel sanatlar alanındaki sponsorluğuyla OMV, Avusturya, Romanya ve Türkiye’deki ana faaliyet alanları arasında kültürel bir diyalog ve kültür alışverişi oluşturulmasına katkıda bulunmaktadır. Burada odak noktamız, uzun süreli ortaklıklar, ortaklarımızla geliştirdiğimiz projeler ve ayrıca genç sanatçıları desteklemektir. İnsanları ve sanatı birbirlerine daha da yakınlaştırarak farklı bakış açıları ve düşünce şekilleri konusunda daha iyi bir anlayış geliştirilmesine ve önyargıların aşılmasına katkıda bulunmak istiyoruz.
Modern sanata olan kişisel ilgim, birçok farklı ülkeden sanatçıların hayatlarıyla ilgili bilgi sahibi olmamı sağladı. Ve benimki sanatın içsel değerleri ve kritik sorularıyla zenginleşmiş olan tek hayat değil. Sanat ayrıca toplumun dikkatinin küresel sorunlara ve bugün için önemli olan sorulara çekilmesine de yardımcı oluyor. Örneğin, sanat, iş ve politikanın rolleri nasıl yeniden dağıtılacak?
Son birkaç on yıl içerisinde, toplumumuzda pek çok yeni sorun ortaya çıktı. Yeni iletişim yöntemleri ve hareketlilikle birleşen ve ön plana çıkan kimlik, göç ve özgürlükle ilgili konular şu anda hayatlarımızı yeniden tanımlamakta. Sanatı deneyimlemek, insanların işyerindeki sorunları veya işle ilgili zorlukları yaratıcılık yoluyla çözmesine yardımcı olabilir. Sanat, kontrolümüz dışındaki şeyleri değiştirebilir. Hem iş hayatında hem politikada hem de toplumlarda yenilikler fikirlerden ortaya çıkar. OMV, 2011 ve 2012’de gerçekleştirilen VIENNAFAIR The New Contemporary organizasyonlarında, İstanbul’daki sanat galerilerinin Türkiye’den modern sanat örneklerini sunduğu ‘DIYALOG: Art from Turkey’ özel projesiyle Viyana ve Boğaziçi arasındaki diyaloğu başarılı bir şekilde başlatmıştı. Avrupa’nın en önemli ve yenilikçi müzelerinden biri olan MAK’ın bizlerle ortaklık yaparak yalnızca Avusturya’da değil, Avusturya sınırlarının ötesinde de Türk sanatı konusunda bir bilinirlik oluşmasını sağlayacak İstanbul hakkındaki bu oldukça zengin ve benzersiz sanat sergisini Viyana’ya getirmesinden gurur duyuyoruz.
‘Mucizevi Göstergeler: Bugünün İstanbul’unu Aramak’ sergisi, bizlere yabancı ancak yine de tanıdık bir ülkeden, Türkiye’den ve onun çeşitlilik arz eden, istekli, kendine güvenli ve modern metropolü İstanbul’dan enstantaneler sunuyor. Bu sergiyle heyecan verici bir keşif yolculuğuna çıkıyoruz. Yurtiçinden veya yurtdışından sanatçıların kendi ülkeleri hakkındaki algıları, bizleri perdenin arkasına bakmaya davet ediyor. İşaretleri nasıl yorumlayacağımız ve sanatın harika dünyasını kendi kendimize keşfedip edemeyeceğimiz, bizlere ve serginin ziyaretçileri olarak sanatı sürdürülebilir ve pozitif değişim için bir itici güç olarak takdir etme becerimize bağlı.”

Daniela Auer, OMV İç İletişim ve Halkla İlişkiler Müdürü ise sergi ile ilgili röportajımızda çağdaş sanata verdikleri desteğin devam edeceğini belirtiyor: “OMV, Türkiye’de çağdaş sanatı desteklemeyi ilke edindi. İlk olarak 2011 yılında Viyana Fuarı’nda İstanbul’dan bu fuarda yer almak isteyen galeriler, OMV sponsorluğunda sanatçılarının eserlerini sergiledi. Viyana’da, Türk Çağdaş Sanatı, halk ve basından büyük ilgi gördü. Buradan aldığımız güç ile 2012 yılında yeniden Viyana Fuarı’nda Türk Çağdaş Sanat Galerilerinin OMV sponsorluğunda yer almasını istedik. Viyana’da Türk Çağdaş Sanatına büyük ilgi görmeye devam etti ve OMV de şimdi Avusturya’nın en önemli müzelerinden MAK’ta ‘Mucizevi Göstergeler: Bugünün İstanbul’unu Aramak’ sergisinin sponsorluğunu yapıyor. Çağdaş Sanat ile topluma ve sanatçılara destek verebileceğimize inandık ve bu yolda çalışmalarımıza devam edeceğiz. Ayrıca önümüzdeki yıllarda Çağdaş Avusturyalı Sanatçıların eserlerini İstanbul’da sergilemeyi düşünüyoruz.
Viyana Fuarlarında sanatçılara destek vermek adına İnci Eviner’in ‘Manifestolar’ videosunu, Ahmet Oran’ın eserlerini satın aldık ve OMV Binası’nın kamuya açık alanlarında sergiliyoruz. OMV CEO’su Gerhard Roiss de çağdaş sanatı çok seviyor, büyük bir koleksiyoner değil ama çeşitli önemli eserlere sahip. CEO olarak ilgi alanı olan çağdaş sanata destek vermeyi çok seviyor. Ana amacımız OMV bünyesinde büyük bir koleksiyon oluşturmak değil, biz çağdaş Türk galerilerini ve sanatçıları desteklemek istiyoruz.” (www.MAK.at, www.poas.com.tr).

CANAN DAĞDELEN
“Sergi konsepti MAK Müzesi’nin küratörleri tarafından hazırlanmış. Bence birinci enteresan olan tarafı iki-üç jenerasyonu kapsaması, bu benim çok hoşuma gitti. Burada çok değişik işler de var, böylece İstanbul’da neler olup bittiğine dair oldukça geniş bir yelpazeyi ve İstanbullu ve Türk sanatçıların uluslararası arenada neler yaptığını görebiliyoruz. Bu müze aslında uygulamalı sanatlar müzesi, çok özel bir yeri var Avrupa ve Viyana’da. Bu yüzden de seçilen eserler de materyal ağırlıklı, bunun yanında videolar ve mekanı kapsayan enstalasyonlar da var. Benim eserim ise bir yazı. Benim çalışmalarım kaligrafi ağırlıklıdır ve ilk öyle başladım çalışmalarıma. Burada ‘Selâm’ kelimesini seçtim. Serginin girişinde yer alması da anlamlı. ‘Selâm’ kelimesi aslında günlük yaşamda çok kullandığımız bir kelime. Ayrıca çok güçlü bir manası var, Allah’ın isimlerinden biri. Burada “‘Selâm’ kelimesini kürelerle çözümledim. Daha önceki çalışmalarımda da küreler kullandım, mimari yapıları kürelerle çözümleyerek en küçük birimine indirmek işlerimin bir parçası. Burada da yazıyı aynı şekilde kurguladım, bu çalışmada boşluklar da çok önemli, iki topun arasındaki boşluk da önemli. Bir tanenin bütünüyle ilişkisi. Yazının yerden koparılarak, duvarın yukarısına doğru konumlandırılması da önemli. Havada uçuyor gibi. Diğer bir taraftan sanki bizim kültür tarihimize de gönderme yapıyor çünkü Osmanlı zamanında, Harf Devrimi’ne kadar Arapça kullanıyorduk, şimdi Latin harfleriyle Arapça ‘Selâm’ kelimesini yazmak, bizim kültürel tarihimize de gönderme yapıyor. Bunlar porselen toplar ve tek tek elle yapıldı, aslında beş renk var, siyahın tonlarından maviye geçiş var ve benim kendi el yazımın büyütülmesiyle oluşturdum, böylece tamamen geleneğe ve kaligrafiye uzanan bir çalışma.”

CANAN
“Küratörler tarafından sergi için ‘İbretnuma’ çalışmam ile davet edildim. ‘İbretnuma’, ibretlik anlamına geliyor, “Binbir Gece Masalları”nın bir diğer adı. Hem kurgusal hem de başlık açısından “Binbir Gece Masalları”na referans vermeyi uygun buldum. Eskiden Doğu masalları ‘bildirirler ki’ diye başlarmış, ben de burada masalla bir çeşit sözlü tarih aktarımı yapıldığını düşündüm ve o yüzden kurgusal açıdan bir kadının hayat hikayesinden yola çıkarak bir sözlü tarih aktarımına niyetlenerek bu işe başladım. Yazılı tarihin eksik bıraktığı ya da yanlış aktardığı şeyleri sözlü tarihin tamamladığını düşünüyorum. ‘İbretnuma’ da bir kadının hayat hikayesinden yola çıkarak aslında cinsiyetçilik, aile eleştirisi, kadın güzelliği, göç kavramını, oryantalistleştirmeyi irdelemeye çalıştım. Bir kadının hikayesinden yola çıkarak birkaç kuşağın hayatına bakma şansına sahip oluyoruz. Başlangıçta toplumsal cinsiyet inşası, modernleşme üzerine kuruluydu, yakın Türkiye tarihinde ise, toplumsal cinsiyet inşası, muhafazakarlaştırma üzerine gidiyor. Her ikisinde de kadın vücudu bir siyasi araç olarak kullanılıyor, asıl bu içerik açısından kurgulandı. Bunun dışında da hem görsel açıdan hem içerik ile uyumlu olması için minyatürleri kullanmayı tercih ettim. Minyatürler burada bir çeşit öteki sanatı tanımlıyor, ötekileştirmeyi tanımlıyor. Hem görsel açıdan hem de kavramsal olmasını tercih ettim.”

EMRE HÜNER
Emre Hüner’in, dünyayı tekrar çeşitli kültürlerin kalıntılarından kopyalayan ve daha önce Manifesta 9 kapsamında sergilenen “A Little Larger Than the Entire Universe (2012)” adlı geniş çaplı eseri, ekinlikte öne çıkıyor. Sanatçının projesinde referans olarak kullandığı, NASA uzay programı, doğanın örnekliğinde yaratılmış seramik heykeller ya da basit bir alet, bilim, ilerleme ve ütopya arasında, bir ara birim görevi görüyor ve Hüner çalışmasının detaylarını anlatıyor: “Buradaki iş birçok farklı malzemeyi kullandığım heykel ve heykelciklerden ya da bulunmuş nesnelerden oluşuyor. Farklı farklı birçok fikri bir araya getiriyor. Aslında benim bütün işlerim tek bir fikirden değil, birçok kaynağın bir araya gelip tek anlatı yaratması ile oluşuyor. Bu iş Manifesta 9’da sergileneceği için ilk olarak, oradaki mekana bir yandan referans veren, eski kömür fabrikaları, madenleriyle ilişkisi olan, ama bunun sadece endüstri sonrası toplumla olan ilişkisini değil, bir yandan tarih öncesiyle olan ilişkisini de irdeliyor. Burada fosilleşme var, madenlerin oluşmasıyla ilgili fikirler var. ‘Carboniferous’ diye jeolojik bir dönem var. Taşlaşmış, fosilleşmiş, organik maddelerle alakalı, yani kömürün oluşumu o dönemde olmuş. Biraz bu döneme gönderme yapan formlar var ama aslında işin birçok farklı noktası var. Ben heykelleri bir yıl içinde farklı farklı dönemlerde yaptım ve benim işlerim hep eski işlerimden tekrar başlayarak doğuyor. Bu çalışmam için Amazon’da Brezilya’da Fordlandia diye bir yere seyahat yaptım. Fordlandia, 1920’lerde Ford’un kurduğu bir kauçuk fabrikası. Amazon’da ormanın ortasında ama aynı zamanda bir iş çıkıyor ortaya. Burası, hem Manifesta 9’daki kömür madeni ve iş toplumu ile hem de kapitalist üretimin, mimari ütopyanın insan, mimari, endüstri doğa ilişkisinin kalıntılarını görebildiğim bir yerdi. O yüzden benim çok ilginçti. Manifesta 9’da bu kalıntılarla ilişkili ve hayal ürünü medeniyetlerin, geçmiş ile geleceğin çizgisel anlamda değil de daha döngüsel bir arada bulunduğu bir zamanın, o boyutsuzluğun hissedilmesini istiyorum bir şekilde. Ve bu bir manzara yaratarak ortaya çıkıyor. İşin aslında bir anlatısı var, bu anlatıyı bir şekilde izleyicinin kendisinin hissetmesi gerekiyor. Belli bir hikaye anlatmıyorum ama jeolojik dönemlere ya da endüstriyel formlara ya da fosillere veya araçlara, taşıtlara, işi üretirken işten arta kalan malzemelere, doğaçlama çizimlere, bitkilere bir şekilde göndermeler yapıyorum. Bunun içinde tasarım ile ilgili bazı malzemeler var, buluntu nesneler, uydu kalıntısı… Benim fikirlerim böyle doğuyor. Burada ‘uçuş’ kavramı önemli, benim için uçuş bir anlamda moderniteyi temsil ediyor ve bu endüstriyel üretimin uçmakla, dünya üzerinden başka gezegenlere gitmekle alakası var ve bu şekilde bizim teknolojimizin en üst seviyesi. Dolayısıyla uzay programı, Mars’a iniş, Mars yüzeyi gibi coğrafyaları ve oradaki madenlerin de kullanımını bir yandan irdeliyor. Bu formlar aslında bilim kurguyla modern heykel arasında bir ilişki de yaratmaya çalışıyorlar. Bir yandan ilkel, primitif mimari, primitif heykelcikler, aletlerle hayali bir gelecek üzerinden bugünü yeniden kurmanın bir çabası var.
Ben işe sadece yerleştirme olarak bakmıyorum, bu biraz detaylarında kaybolmak gerektiriyor. Bu benim animasyon işlerimden heykelleştirilmiş bir iş. Çalışma biçimim hep detaydan bütüne giderek oluyor. Bu çalışmam da öyle. Burada çizim yerine heykeller, bir sürü nesnenin bir araya gelmesiyle oluşan bir şey.”
Animasyon işleriniz devam ediyor mu?
Son dört yıldır hiç animasyon işi yapmadım, video ve iki adet 12 mm film çektim. Bunları İstanbul’da hem Rodeo Gallery’de hem de Nesrin Esirtgen Collection’da Mart ayında göstereceğim. Bu yeni çalışmalarımın ‘A Little Larger Than the Entire Universe’ işimle alakası var. Yine ütopya mimarisi ve kalıntıları, bunun spekülatif edebiyat ile alakası ve bunlardan ortaya çıkan formlar ve bu formların kurduğu ilişki ile alakalı. Filmlerden iki tanesi burada görmüş olduğunuz heykelleri başka mekanlar içinde, ölü doğa şeklinde yeniden kurgulayan ama daha deneysel yapısı olan filmler. Ama tamamen burada sergilediğim iş üzerinden yeniden kurduğum iki film. Ve de Hawaii’de kaldığım süre içinde oradan topladığım şeylerle yaptığım başka bir film var.

CEVDET EREK
Serginin orta noktasında, 2012 Nam June Paik Ödülü’ne layık görülen Cevdet Erek’in özel olarak aydınlatılmış sergi salonunun merkezi için geliştirdiği minimal ve mekanı kavrayan enstalasyonu, sanatçının bir müdahalesi olarak göze çarpıyor. Müzenin tarihine ve mimari yapısına yaptığı atıfta Erek, gün ışığını tasarım aracı olarak kullanıyor ve geçici mimari aracılığı ile mekan ve ritme duyduğu ilgiyi belirginleştiren metaforik bir ifade yaratıyor. Cevdet Erek çalışması ilgili şu açıklamayı yapıyor: “Bu sergi için özel bir hacim yarattım. Serginin ortasında bir avlu gibi duruyor. Ama asıl fikri şudur, on yıldır kapalı duran doğal ışığı açtırmak. On yıldır tavan kapalıymış, gün ışığı içeri girmiyormuş. Amaç bu ışığı içeri almak, bir performans aslında. Sonra etrafını perde ile kapattık, duvar gibi ama ışığı geçirebilecek ama sesi içeriye almayan, sesi emen bir malzeme kullandık. İşin adı ‘Yeniden Aydınlanma’, hani birinin evine gidersiniz ve karanlıktır, ‘aç şu pencereleri’ falan dersiniz, onun gibi. Amaç, mekanın ortasında doğal ışıklı bir hacim yaratmak. Çok sade bir fikirden ortaya çıkıyor. Ortaya bir cisim koymak değil de, ışıkla aydınlanan hacmin kendisini serginin ortasına koymak bana çok uygun geldi.”

AHMET ÖĞÜT
“Bu sergideki işi küratörler seçti. İlk olarak,i 2011 yılında Lizbon’da yaptığım bir yerleştirme işiydi, eş zamanlı olarak Diyarbakır’da kamusal alan projesiydi. İlk sergilediğim zaman avuç büyüklüğünde on tane taş vardı, o taşların üzerine -özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan bir gelenek olan “Nose Art” olarak adlandırılan- Amerikan savaş uçaklarının üzerine askerlerin yaptığı resimlerden seçtiğim on tane grafiti ya da askerlerin kendi yorumlarıyla yaptıkları resimleri, -çoğunlukla naif resimler- aktardım. Resimlerin ortak noktası da, ya bir çizgi film karakteri oluyor, hayvan oluyor ya da askerlerin kendi yarattıkları bir karakter oluyor. Bunu bombalar ile ilişkilendiriyorlar, bomba taşıyorlar, bomba atacaklar, zaten bombardıman uçakları tehlikeli, bir de rahatsız edici bir mesaj var karşı tarafa, gidecekleri yere. Ama karşı taraf bu mesajı görmüyor, aslında bu mesajı kendilerine veriyorlar, uçağın üzerindeki mesajı sadece kendileri görüyor. Aslında vicdani olmayan bir durum var. Ben bunu güçlü silah olan bombardıman uçağından, en güçsüz silah olan taşa aktardım. Bir de o dönem Türkiye’de, taş atan çocuklar ile ilgili bir tartışma vardı, birçoğu bir yıla yakın gözaltında tutulmuşlardı. Bunun hukuki olarak tartışması vardı, 18 yaşın altında olan bu çocukların gözaltında tutulması tartışılıyordu. Ben bunu onlara bir hediye gibi düşündüm. Lizbon’da bu proje başladığında on taş vardı ve her üç günde bir Fedex’ten bir kurye geldi, bir taşı Diyarbakır’daki arkadaşıma gönderdim, onları teslim aldı ve sokakta bıraktı. Bıraktıktan sonra da ne olduğunu bilmiyoruz, büyük ihtimalle birileri gördü. Şu anda bir tane kaldı, o da arşiv gibi, diğerlerini temsilen duruyor. Diğerlerinin fotoğrafları var, bir tanesi de fiziksel olarak duruyor. Burada sergilenen boş kaideler de o süreci temsil ediyor. Süreç üzerine kurulu bir iş. Lizbon’da şık bir enstalasyon iken, Diyarbakır’da kimsenin nereden geldiğini bilmediği, bir anda yolda bulduğu, üzeri resimli bir taş. Uzaydan inmiş gibi duruyordu herhalde, hiç kimsenin tahmin edebileceği bir şey değil. Oyunsu, çocuksu görünüyor. Bulan kişi saklamıştır ya da bulunmamış da olabilir. Ne zaman karşıma çıkar ya da çıkar mı hiç bilmiyorum ama burada benim için ilgi çekici olan, bir tarafta çok şık bir enstalasyon iken, öbür tarafta bilinmez bir şey olması. Bilinmezlik ya da onu bulan kişinin bunun bir sanat eseri mi ya da ne olduğunu, nereden geldiğini bilmemesi. Bilinmezlik esas merak uyandıran şey, o merak da onun üzerine düşündüren şey, esas olan düşünceyi tetiklemek. Taş yerde dururken bir işlevi yok.”

SİBEL HORADA
“Bu sergideki çalışmam, benim İstanbul’daki ilk kişisel sergimden geriye kalanlar diyebiliriz. Daire Galeri’de 2012 yılının Haziran ayında başlayıp Eylül ayının sonunda biten ilk kişisel sergimden. Yangın ile ilgili çalışmaya karar vermeme gelince; İstanbul çok değişen bir şehir ve bu kadar unutuşla, mekanların değişmesi, bir takım şeylerin unutturulması ile denk düşüyor ve ‘böyle bir yerde nasıl yaşanır’ gibi şeyler üzerine düşünürken, yangın ile ilgili bir şeyler çıkarabileceğimi düşündüm ve tam o esnada gerçekten yanmış bir evin kalıntıları ile karşılaştım. Orada çekici bir şeyler olduğunu hissettim. Sergim için gerçek yanmış bir evden malzemeler topladım ve Daire Galeri’de sergiyi yaptığımda, ilk odaya 60-70 tane yarı yakılmış kasalardan bir enstalasyon yerleştirdim. MAK’taki sergilemeden biraz daha farklı bir şekilde, üst üste, mimari bir form gibi duruyorlardı. Tabii bu enstalasyonunun çok keskin bir kokusu vardı, yeni yangın geçirmiş, o is kokusu çok güçlü bir koku. Arka odada ise ‘Yangın Günlükleri’ diye bir çalışmaya başladım, serginin başında çok az şey vardı. Serginin sonuna doğru oradan, yangına, unutuşa dair bir anlatı çıkarmayı hedefledim. Süreç içinde bulunmuş nesneler, ses kayıtları, karşılaşmadan seçtiğim nesneler, şeritsiz bir daktilo ile yazdığım sessiz notlarla o anlatıyı oluşturdum. Notların sessiz olması benim için şöyle önemliydi, mürekkebin olmayışı, ilk başta onların hiçbir şeyi yokmuş, iz yokmuş gibi düşündürtüyor, fakat okumak çok kolay olmamakla birlikte, hemen bağırmamak ile birlikte, okumak çok mümkün. Aslında mesele güneşten, ışıktan solabilecek bir mürekkep izinden çok daha kalıcı izler daktilonun, tuşların bıraktığı vuruşlar. Ve sessizlik ile ilgili nasıl konuşabilirim diye düşündüm: Geçmiş yüzyılın bir sessizliğini ortaya çıkaran, İzmir yangını, şu anda konuşulan bir şey ama ben ilk olarak aslında iki yıl önce Amsterdam’da bulduğum bir kartpostal vasıtasıyla öğrendim. Böyle bir yangın olduğunu bilmiyordum, hele ki öyle bir tarihte, hemen Kurtuluş Savaşı’nın akabinde böyle bir şey olduğunu bilmiyordum ve Amsterdam’da Sahaflar Çarşısı’nda böyle bir kartpostaldan öğrenince, o konudaki sessizlik ile ilgili nasıl konuşabilirim diye düşündüm. Viyana’daki sergideki yerleştirmeyi nasıl yapacağımı bilmiyordum, Daire Sanat’taki sergim bittiği zaman, 60 kasanın çoğu kısmını yakılıp, -sergideki fotoğraflarda gördüğünüz gibi- kül haline gelmişti ve bir kısmı da galeride kalmıştı. Onlar buraya geldi, buradaki yerleştirme de anıt alanlarını çağrıştıran bir etki bıraktı bende ve burada yerine oturdu gibi. Bundan sonra İzmir’e Port-İzmir etkinliğine gidecek bu enstalasyon.



HALİL ALTINDERE
“Sizin de bildiğiniz gibi bu güncel sanatçıların katıldığı bir grup sergisi. Aslında 90’ların ve 2000’lerin sonlarına kadar bu çok problemetik bir alandı. Çünkü ülke temsili, etnik yapı, coğrafya ya da dini inanç temsilli sergiler beraberinde tehlikeli bir bakış açısını da getirdiği için, biz ve bizden önceki kuşak bu tip grup sergilerine mesafeli davranmaya gayret ettik. Hatta 1993’ten 2010’lara kadar bu türde temsil sergilerini reddetmiştik, ta ki yabancı küratörlerin Türkiye’ye geldiklerinde bütün ön yargılarından arınıp, seni sanatın ve ismin için bir sergiye davet ettiğine ikna ettiği zaman, teklifi kabul edebiliyoruz. Daha öncelerde 80’lerde ve erken 90’larda sadece Türk diye, Müslüman, Ortadoğulu diye insanlar gelip gönül rahatlatma ya da post kolonyalist yaklaşma turları şeklinde eserleri seçip, sergiler yaptıkları için biz de durumla ilgili tavır almıştık, ama ne yazık ki arada “Turkish Delight” tarzı sergilere katılan sanatçılar da olmuştu. Ta ki insanlar bu tavrımızı ve gerçekten yapılan işlerin birbiri ile olan diyaloğu ya da kavramsal çerçevesinden yola çıktıkları bir sergi önerileri olduğu takdirde katılmaya başladık. Bu sergi de bu anlamda beni şaşırttı, çünkü uzun zamandır bu tip sergilere katılmıyordum. Sergide, farklı pozisyondan ve jenerasyondan sanatçılar var, 15-20 kişi. 2000 metrekarelik sergi mekanını gezdiğimde hiçbir yerinde ‘ya burası Türkiye sanatı, bu şunu çağrıştırıyor’ gibi bir izlenim yok. O yüzden farklı bir döneme işaret edebilecek bir sergi bu. Tek tek hem sanatçılar hem yapıtlar hem de yapıtların diyaloğunda dünyanın herhangi bir yerinde olabilecek, çok sesli, çok yapılı güncel bir sergi olmuş.
Sergide iki yapıtım var, iç salonda “Homage to Serge Gainsbourg” çalışmam var. Çünkü 1999’dan 2008’e kadar “art-ist” isimli güncel sanat dergisinin yayıncılığını ve editörlüğünü yaptım. Arada da daha çok belleğe ilişkin kitaplar çıkarmaya devam ediyoruz. O, oto portrede bir belleği oluşturan, aynı zamanda da bir belleği bir çırpıda yakan bir pozisyon var. Oto portre diyebileceğimiz bir iş. “Boxing Bag”, kum torbası işinin ise daha fetiş ve daha davetkar bir durumu var, insanların yumruk atmasıyla ilişkili. Ama işin malzemesi ile ilgili bir sorun var, ne kadar gerçekçi görünse de aslında bu mermerden dökülmüş bir iş. İnsanlar yumruk atmaya kalktığı zaman ellerinde bir acı hissediyor. Bu günümüz sanatının ne olup olmadığıyla ilgili de bir soru. İzleyiciler artık sergilerden sadece estetik bir haz ile dönmek zorunda değiller, bazen ellerindeki ağrıyla dönebilirler. Sanatın ne olduğunu sorgulamalarını istedim. Bunu seçmemin bir başka nedeni de, Türkiye ve temsil ile ilgili bir sergiye katıldığınızda tamamen o beklentinin ötesinde ve hiçbir zamana ve mekana ait olmayan bir eser. İnteraktiflik ve deneyimi de öngören ve tasarlayan bir yapısı var. Başta da belirttiğim gibi bütün bu kavram ve tartışmaların ötesinde, izleyici farklı bir deneyime teşvik ediyor.


Yazı: Ümmühan Kazanç, Artam Global Art, Sayı:22, Mart-Nisan 2013.