BİR İMPARATORLUK BAŞKENTİNDE ÇAĞDAŞ TÜRK
SANATI SEÇKİSİ
Çağdaş
sanata dayalı kültürel alışverişe odaklanan uluslararası petrol ve doğalgaz
şirketi OMV’nin desteği ile İmparatorluk, sanat ve klasik müzik başkenti
Viyana’da, Avusturya Uygulamalı Sanat Müzesi (MAK)’nde düzenlenen ve Türk
Çağdaş Sanatı adına gurur verici bir seçki sunan, “Mucizevi Göstergeler:
Bugünün İstanbul’unu Aramak” sergisini Artam Dergisi okuyucularımız için
gezdik. 21 Nisan 2013 tarihine kadar izlenebilecek serginin küratörleri Simon
Rees ve Bärbel Vischer.
ÜMMÜHAN KAZANÇ
Yüzyıllar
boyu Habsburg Hanedanlığına başkentlik yapan Viyana, şu anda Avusturya’nın
başkenti ve Londra, New York ve Paris’ten sonra dünyanın en önemli sanat ve
klasik müzik merkezlerinden biri. Bir imparatorluğa yıllarca başkentlik yapmış
olmasından dolayı gerek mimari gerekse kültürel açıdan Avrupa’nın en güzel
şehirlerinden biri. Onlarca tarihi binası, sarayları, kiliselerinin yanı sıra
oldukça önemli müzelere de ev sahipliği yapıyor. Museums Quartier, Albertina,
Kunsthalle Vienna, Belvedere, Kunsthistorisches Museum, Kunst Haus Wien, MAK
(Museum of Applied Arts), Essl Museum, Leopold Museum, Kunstkammer Vienna, Bank
Austria Kunstforum, Generali Foundation, Thyssen-Bornemisza Art Contemporary,
Academy of Fine Arts Vienna, Sigmund Freud Museum, mumok (Museum of Modern Art
Ludwig Foundation Vienna), Liechtenstein Garden Palace, House of Music,
Mozarthaus bunlardan sadece birkaçı. Ve bu müzelerde düzenlenen sergiler
gerçekten görmeye değer.
“Mucizevî Göstergeler: Bugünün
İstanbul’unu Aramak”
Avusturya’nın
en önemli müzelerinden biri olan Avusturya Uygulamalı Sanat Müzesi (MAK), ise,
“Mucizevi Göstergeler: Bugünün İstanbul’unu Aramak” adlı sergiyle, İstanbul
şehrinin çağdaş sanat üretimlerine tek seferlik ve günümüze ait bir bakış açısı
sunuyor. Sergiye katılan, 1930-1980 yılları arasında doğmuş, üç nesilden
sanatçının eserlerinin çizdiği Doğu ve Batı kültürlerinin etkisindeki bu çok
katmanlı metropolün kültürünü ve tarihini anlatan yaratıcı eskiz, MAK’ın sergi
salonunu İstanbul’a dair ince bir resme dönüştürüyor.
Bir
başlangıç niteliği taşıyan bu öncü sergi projesi, kültür sponsorluğu konusunda
şirketin çekirdek pazarı konumunda bulunan Avusturya, Romanya ve Türkiye
arasındaki, çağdaş sanata dayalı kültürel alışverişe odaklanan uluslararası
petrol ve doğalgaz şirketi OMV’nin desteği ile hayata geçirildi. OMV
böylelikle, bu bölgelerdeki ticari girişimlerinin yanı sıra, kültürel diyaloğa
da katkıda bulunmayı amaçlamış.
Yabancı
kültürler hakkındaki kolektif tasavvurun oluşumunun edebiyatla ilişkisinin yanı
sıra, çağdaş sanatın bir konusu olan öyküleme, bu serginin küratörleri için
belirleyici bir unsur olmuş. Kültür bilimci Homi K. Bhabha’nın kaleme aldığı,
yeni ve yabancı bir dil ve kültürle tanışırken hissedilen mucize ve şaşkınlık
dolu anları tasvir eden makale, sergi küratörlerinin bu yaklaşımı için ilham
kaynaklarından biri. Franco Moretti’nin “Signs Taken for Wonders” (Londra,
1938) adlı kitabında yaptığı edebiyat, kültür ve “dünya görüşleri” arasındaki
bağlantıyı inceleyen analizi de referans noktalarından bir diğeri. Bu konuyla
ilgili benzer yaklaşımlara, yazar Orhan Pamuk, Mario Levi ya da Pierre Loti
gibi uluslararası edebiyatçıların eserlerinde de rastlamak mümkün.
“Mucizevi
Göstergeler” adlı sergi, küreselleşmenin hızla yaşandığı bir zaman diliminde
ortaya çıkan tekil sanatsal dünyaları sunuyor. Sergide içe bakış, kişisel ve
hayali öykülemeler ve diyalog ile devinen, geniş çaplı iç-dış hareketleri ve
dönüşümleri belgeleyen eserler öne çıkıyor. Bununla birlikte Türkiye’den gelen
sanatçıların bu üretimleri, İstanbul’un kültürel hafızasına ışık tutan
uluslararası çağdaş sanat örnekleri içinde, birbirleriyle etkileşecek şekilde
bir araya geliyor.
“Mucizevi
Göstergeler: Bugünün İstanbul’unu Aramak” sergisi, hem Viyana’da yaşayan ve
çalışan (buna uluslararası göçmenler de dahil), hem yurtdışında yaşayan Türkiye
kökenli sanatçılar, hem de uluslararası sanatçılar tarafından ortaya konuyor.
Sergiye katılan sanatçılar ise, Hamra Abbas, Murat Akagündüz, Yeşim Akdeniz,
Eylem Aladoğan, Meriç Algün Ringborg, Hüseyin Bahri Alptekin, Halil Altındere,
CANAN, Aslı Çavuşoğlu, Cengiz Çekil, Banu Cennetoğlu, Mutlu Çerkez, Antonio
Cosentino, Canan Dağdelen, Lukas Duwenhögger, Cevdet Erek, Erdem Ergaz, Murat Gök,
Nilbar Güreş, Sibel Horada, Emre Hüner, Aki Nagasaka, Olaf Nicolai, Marcel
Odenbach, Ahmet Öğüt, Füsun Onur, Mario Rizzi, Nasra Şimmes, Erdem Taşdelen,
Cengiz Tekin, Güneş Terkol, İrem Tok, Uygur Yılmaz.
Sergiye
paralel olarak yayınlanan ve Christoph Thun-Hohenstein, Simon Rees ve Bärbel
Vischer’in yayıncılığını üstlendiği, Vasıf Kortun, Mario Levi, Markus Neuwirth,
Bige Örer, Nikos Papastergiadis, Simon Rees, Gerhard Roiss, Christoph
Thun-Hohenstein ve Bärbel Vischer tarafından kaleme alınmış yazılardan oluşan
Almanca/İngilizce sergi kataloğu da Türk Çağdaş Sanatını yakından takip edenler
için önemli bir kaynak.
OMV Grup CEO’su Gerhard Roiss, Türk Çağdaş
Sanatına verdikleri destek ve “Mucizevi Göstergeler” sergisi ile ilgi şu
açıklamayı yapıyor: “OMV, Viyana MAK Sergi Salonu’nda gerçekleştirilen
‘Mucizevi Göstergeler: Bugünün İstanbul’unu Aramak’ sergisinin ana sponsorudur.
Uluslararası bir petrol ve doğal gaz şirketinin İstanbul’u konu alan modern
sanatla ne ilgisi olduğunu merak edebilirsiniz. Açıklamama izin verin:
Uluslararası faaliyet gösteren bir şirket olarak OMV kendisini kurumsal sosyal
sorumluluğa adamıştır. Sponsorluk, bu sorumluluğu üstlenme yöntemlerimizden
biridir. Sporda ve sosyal konularda uzun bir sponsorluk geçmişine sahibiz.
Sanat ve kültür alanındaki faaliyetlerimiz ise, göreceli olarak yeni
sayılabilir. Modern güzel sanatlar alanındaki sponsorluğuyla OMV, Avusturya,
Romanya ve Türkiye’deki ana faaliyet alanları arasında kültürel bir diyalog ve
kültür alışverişi oluşturulmasına katkıda bulunmaktadır. Burada odak noktamız,
uzun süreli ortaklıklar, ortaklarımızla geliştirdiğimiz projeler ve ayrıca genç
sanatçıları desteklemektir. İnsanları ve sanatı birbirlerine daha da
yakınlaştırarak farklı bakış açıları ve düşünce şekilleri konusunda daha iyi
bir anlayış geliştirilmesine ve önyargıların aşılmasına katkıda bulunmak
istiyoruz.
Modern
sanata olan kişisel ilgim, birçok farklı ülkeden sanatçıların hayatlarıyla
ilgili bilgi sahibi olmamı sağladı. Ve benimki sanatın içsel değerleri ve
kritik sorularıyla zenginleşmiş olan tek hayat değil. Sanat ayrıca toplumun
dikkatinin küresel sorunlara ve bugün için önemli olan sorulara çekilmesine de
yardımcı oluyor. Örneğin, sanat, iş ve politikanın rolleri nasıl yeniden
dağıtılacak?
Son
birkaç on yıl içerisinde, toplumumuzda pek çok yeni sorun ortaya çıktı. Yeni
iletişim yöntemleri ve hareketlilikle birleşen ve ön plana çıkan kimlik, göç ve
özgürlükle ilgili konular şu anda hayatlarımızı yeniden tanımlamakta. Sanatı
deneyimlemek, insanların işyerindeki sorunları veya işle ilgili zorlukları
yaratıcılık yoluyla çözmesine yardımcı olabilir. Sanat, kontrolümüz dışındaki
şeyleri değiştirebilir. Hem iş hayatında hem politikada hem de toplumlarda
yenilikler fikirlerden ortaya çıkar. OMV, 2011 ve 2012’de gerçekleştirilen
VIENNAFAIR The New Contemporary organizasyonlarında, İstanbul’daki sanat
galerilerinin Türkiye’den modern sanat örneklerini sunduğu ‘DIYALOG: Art from
Turkey’ özel projesiyle Viyana ve Boğaziçi arasındaki diyaloğu başarılı bir
şekilde başlatmıştı. Avrupa’nın en önemli ve yenilikçi müzelerinden biri olan
MAK’ın bizlerle ortaklık yaparak yalnızca Avusturya’da değil, Avusturya
sınırlarının ötesinde de Türk sanatı konusunda bir bilinirlik oluşmasını
sağlayacak İstanbul hakkındaki bu oldukça zengin ve benzersiz sanat sergisini
Viyana’ya getirmesinden gurur duyuyoruz.
‘Mucizevi
Göstergeler: Bugünün İstanbul’unu Aramak’ sergisi, bizlere yabancı ancak yine
de tanıdık bir ülkeden, Türkiye’den ve onun çeşitlilik arz eden, istekli,
kendine güvenli ve modern metropolü İstanbul’dan enstantaneler sunuyor. Bu
sergiyle heyecan verici bir keşif yolculuğuna çıkıyoruz. Yurtiçinden veya
yurtdışından sanatçıların kendi ülkeleri hakkındaki algıları, bizleri perdenin
arkasına bakmaya davet ediyor. İşaretleri nasıl yorumlayacağımız ve sanatın
harika dünyasını kendi kendimize keşfedip edemeyeceğimiz, bizlere ve serginin
ziyaretçileri olarak sanatı sürdürülebilir ve pozitif değişim için bir itici
güç olarak takdir etme becerimize bağlı.”
Daniela Auer, OMV İç İletişim ve Halkla
İlişkiler Müdürü ise
sergi ile ilgili röportajımızda çağdaş sanata verdikleri desteğin devam
edeceğini belirtiyor: “OMV,
Türkiye’de çağdaş sanatı desteklemeyi ilke edindi. İlk olarak 2011 yılında
Viyana Fuarı’nda İstanbul’dan bu fuarda yer almak isteyen galeriler, OMV
sponsorluğunda sanatçılarının eserlerini sergiledi. Viyana’da, Türk Çağdaş
Sanatı, halk ve basından büyük ilgi gördü. Buradan aldığımız güç ile 2012
yılında yeniden Viyana Fuarı’nda Türk Çağdaş Sanat Galerilerinin OMV
sponsorluğunda yer almasını istedik. Viyana’da Türk Çağdaş Sanatına büyük ilgi
görmeye devam etti ve OMV de şimdi Avusturya’nın en önemli müzelerinden MAK’ta
‘Mucizevi Göstergeler: Bugünün İstanbul’unu Aramak’ sergisinin sponsorluğunu
yapıyor. Çağdaş Sanat ile topluma ve sanatçılara destek verebileceğimize
inandık ve bu yolda çalışmalarımıza devam edeceğiz. Ayrıca önümüzdeki yıllarda
Çağdaş Avusturyalı Sanatçıların eserlerini İstanbul’da sergilemeyi düşünüyoruz.
Viyana
Fuarlarında sanatçılara destek vermek adına İnci Eviner’in ‘Manifestolar’
videosunu, Ahmet Oran’ın eserlerini satın aldık ve OMV Binası’nın kamuya açık
alanlarında sergiliyoruz. OMV CEO’su Gerhard Roiss de çağdaş sanatı çok
seviyor, büyük bir koleksiyoner değil ama çeşitli önemli eserlere sahip. CEO
olarak ilgi alanı olan çağdaş sanata destek vermeyi çok seviyor. Ana amacımız
OMV bünyesinde büyük bir koleksiyon oluşturmak değil, biz çağdaş Türk
galerilerini ve sanatçıları desteklemek istiyoruz.” (www.MAK.at, www.poas.com.tr).
CANAN DAĞDELEN
“Sergi
konsepti MAK Müzesi’nin küratörleri tarafından hazırlanmış. Bence birinci
enteresan olan tarafı iki-üç jenerasyonu kapsaması, bu benim çok hoşuma gitti.
Burada çok değişik işler de var, böylece İstanbul’da neler olup bittiğine dair
oldukça geniş bir yelpazeyi ve İstanbullu ve Türk sanatçıların uluslararası
arenada neler yaptığını görebiliyoruz. Bu müze aslında uygulamalı sanatlar
müzesi, çok özel bir yeri var Avrupa ve Viyana’da. Bu yüzden de seçilen eserler
de materyal ağırlıklı, bunun yanında videolar ve mekanı kapsayan enstalasyonlar
da var. Benim eserim ise bir yazı. Benim çalışmalarım kaligrafi ağırlıklıdır ve
ilk öyle başladım çalışmalarıma. Burada ‘Selâm’ kelimesini seçtim. Serginin
girişinde yer alması da anlamlı. ‘Selâm’ kelimesi aslında günlük yaşamda çok
kullandığımız bir kelime. Ayrıca çok güçlü bir manası var, Allah’ın
isimlerinden biri. Burada “‘Selâm’ kelimesini kürelerle çözümledim. Daha önceki
çalışmalarımda da küreler kullandım, mimari yapıları kürelerle çözümleyerek en
küçük birimine indirmek işlerimin bir parçası. Burada da yazıyı aynı şekilde
kurguladım, bu çalışmada boşluklar da çok önemli, iki topun arasındaki boşluk
da önemli. Bir tanenin bütünüyle ilişkisi. Yazının yerden koparılarak, duvarın
yukarısına doğru konumlandırılması da önemli. Havada uçuyor gibi. Diğer bir
taraftan sanki bizim kültür tarihimize de gönderme yapıyor çünkü Osmanlı
zamanında, Harf Devrimi’ne kadar Arapça kullanıyorduk, şimdi Latin harfleriyle
Arapça ‘Selâm’ kelimesini yazmak, bizim kültürel tarihimize de gönderme
yapıyor. Bunlar porselen toplar ve tek tek elle yapıldı, aslında beş renk var,
siyahın tonlarından maviye geçiş var ve benim kendi el yazımın büyütülmesiyle
oluşturdum, böylece tamamen geleneğe ve kaligrafiye uzanan bir çalışma.”
CANAN
“Küratörler
tarafından sergi için ‘İbretnuma’ çalışmam ile davet edildim. ‘İbretnuma’,
ibretlik anlamına geliyor, “Binbir Gece Masalları”nın bir diğer adı. Hem
kurgusal hem de başlık açısından “Binbir Gece Masalları”na referans vermeyi
uygun buldum. Eskiden Doğu masalları ‘bildirirler ki’ diye başlarmış, ben de
burada masalla bir çeşit sözlü tarih aktarımı yapıldığını düşündüm ve o yüzden
kurgusal açıdan bir kadının hayat hikayesinden yola çıkarak bir sözlü tarih
aktarımına niyetlenerek bu işe başladım. Yazılı tarihin eksik bıraktığı ya da
yanlış aktardığı şeyleri sözlü tarihin tamamladığını düşünüyorum. ‘İbretnuma’
da bir kadının hayat hikayesinden yola çıkarak aslında cinsiyetçilik, aile
eleştirisi, kadın güzelliği, göç kavramını, oryantalistleştirmeyi irdelemeye
çalıştım. Bir kadının hikayesinden yola çıkarak birkaç kuşağın hayatına bakma
şansına sahip oluyoruz. Başlangıçta toplumsal cinsiyet inşası, modernleşme
üzerine kuruluydu, yakın Türkiye tarihinde ise, toplumsal cinsiyet inşası,
muhafazakarlaştırma üzerine gidiyor. Her ikisinde de kadın vücudu bir siyasi
araç olarak kullanılıyor, asıl bu içerik açısından kurgulandı. Bunun dışında da
hem görsel açıdan hem içerik ile uyumlu olması için minyatürleri kullanmayı
tercih ettim. Minyatürler burada bir çeşit öteki sanatı tanımlıyor,
ötekileştirmeyi tanımlıyor. Hem görsel açıdan hem de kavramsal olmasını tercih
ettim.”
EMRE HÜNER
Emre
Hüner’in, dünyayı tekrar çeşitli kültürlerin kalıntılarından kopyalayan ve daha
önce Manifesta 9 kapsamında sergilenen “A Little Larger Than the Entire
Universe (2012)” adlı geniş çaplı eseri, ekinlikte öne çıkıyor. Sanatçının
projesinde referans olarak kullandığı, NASA uzay programı, doğanın örnekliğinde
yaratılmış seramik heykeller ya da basit bir alet, bilim, ilerleme ve ütopya
arasında, bir ara birim görevi görüyor ve Hüner çalışmasının detaylarını
anlatıyor: “Buradaki iş birçok farklı malzemeyi kullandığım heykel ve
heykelciklerden ya da bulunmuş nesnelerden oluşuyor. Farklı farklı birçok fikri
bir araya getiriyor. Aslında benim bütün işlerim tek bir fikirden değil, birçok
kaynağın bir araya gelip tek anlatı yaratması ile oluşuyor. Bu iş Manifesta
9’da sergileneceği için ilk olarak, oradaki mekana bir yandan referans veren,
eski kömür fabrikaları, madenleriyle ilişkisi olan, ama bunun sadece endüstri
sonrası toplumla olan ilişkisini değil, bir yandan tarih öncesiyle olan
ilişkisini de irdeliyor. Burada fosilleşme var, madenlerin oluşmasıyla ilgili
fikirler var. ‘Carboniferous’ diye jeolojik bir dönem var. Taşlaşmış,
fosilleşmiş, organik maddelerle alakalı, yani kömürün oluşumu o dönemde olmuş.
Biraz bu döneme gönderme yapan formlar var ama aslında işin birçok farklı
noktası var. Ben heykelleri bir yıl içinde farklı farklı dönemlerde yaptım ve
benim işlerim hep eski işlerimden tekrar başlayarak doğuyor. Bu çalışmam için
Amazon’da Brezilya’da Fordlandia diye bir yere seyahat yaptım. Fordlandia,
1920’lerde Ford’un kurduğu bir kauçuk fabrikası. Amazon’da ormanın ortasında
ama aynı zamanda bir iş çıkıyor ortaya. Burası, hem Manifesta 9’daki kömür
madeni ve iş toplumu ile hem de kapitalist üretimin, mimari ütopyanın insan,
mimari, endüstri doğa ilişkisinin kalıntılarını görebildiğim bir yerdi. O
yüzden benim çok ilginçti. Manifesta 9’da bu kalıntılarla ilişkili ve hayal
ürünü medeniyetlerin, geçmiş ile geleceğin çizgisel anlamda değil de daha
döngüsel bir arada bulunduğu bir zamanın, o boyutsuzluğun hissedilmesini
istiyorum bir şekilde. Ve bu bir manzara yaratarak ortaya çıkıyor. İşin aslında
bir anlatısı var, bu anlatıyı bir şekilde izleyicinin kendisinin hissetmesi
gerekiyor. Belli bir hikaye anlatmıyorum ama jeolojik dönemlere ya da
endüstriyel formlara ya da fosillere veya araçlara, taşıtlara, işi üretirken
işten arta kalan malzemelere, doğaçlama çizimlere, bitkilere bir şekilde
göndermeler yapıyorum. Bunun içinde tasarım ile ilgili bazı malzemeler var,
buluntu nesneler, uydu kalıntısı… Benim fikirlerim böyle doğuyor. Burada ‘uçuş’
kavramı önemli, benim için uçuş bir anlamda moderniteyi temsil ediyor ve bu
endüstriyel üretimin uçmakla, dünya üzerinden başka gezegenlere gitmekle
alakası var ve bu şekilde bizim teknolojimizin en üst seviyesi. Dolayısıyla
uzay programı, Mars’a iniş, Mars yüzeyi gibi coğrafyaları ve oradaki madenlerin
de kullanımını bir yandan irdeliyor. Bu formlar aslında bilim kurguyla modern
heykel arasında bir ilişki de yaratmaya çalışıyorlar. Bir yandan ilkel,
primitif mimari, primitif heykelcikler, aletlerle hayali bir gelecek üzerinden
bugünü yeniden kurmanın bir çabası var.
Ben
işe sadece yerleştirme olarak bakmıyorum, bu biraz detaylarında kaybolmak
gerektiriyor. Bu benim animasyon işlerimden heykelleştirilmiş bir iş. Çalışma
biçimim hep detaydan bütüne giderek oluyor. Bu çalışmam da öyle. Burada çizim
yerine heykeller, bir sürü nesnenin bir araya gelmesiyle oluşan bir şey.”
Animasyon işleriniz devam ediyor mu?
Son
dört yıldır hiç animasyon işi yapmadım, video ve iki adet 12 mm film çektim.
Bunları İstanbul’da hem Rodeo Gallery’de hem de Nesrin Esirtgen Collection’da
Mart ayında göstereceğim. Bu yeni çalışmalarımın ‘A Little Larger Than the
Entire Universe’ işimle alakası var. Yine ütopya mimarisi ve kalıntıları, bunun
spekülatif edebiyat ile alakası ve bunlardan ortaya çıkan formlar ve bu
formların kurduğu ilişki ile alakalı. Filmlerden iki tanesi burada görmüş
olduğunuz heykelleri başka mekanlar içinde, ölü doğa şeklinde yeniden
kurgulayan ama daha deneysel yapısı olan filmler. Ama tamamen burada
sergilediğim iş üzerinden yeniden kurduğum iki film. Ve de Hawaii’de kaldığım
süre içinde oradan topladığım şeylerle yaptığım başka bir film var.
CEVDET EREK
Serginin
orta noktasında, 2012 Nam June Paik Ödülü’ne layık görülen Cevdet Erek’in özel
olarak aydınlatılmış sergi salonunun merkezi için geliştirdiği minimal ve
mekanı kavrayan enstalasyonu, sanatçının bir müdahalesi olarak göze çarpıyor.
Müzenin tarihine ve mimari yapısına yaptığı atıfta Erek, gün ışığını tasarım
aracı olarak kullanıyor ve geçici mimari aracılığı ile mekan ve ritme duyduğu
ilgiyi belirginleştiren metaforik bir ifade yaratıyor. Cevdet Erek çalışması
ilgili şu açıklamayı yapıyor: “Bu sergi için özel bir hacim yarattım. Serginin
ortasında bir avlu gibi duruyor. Ama asıl fikri şudur, on yıldır kapalı duran
doğal ışığı açtırmak. On yıldır tavan kapalıymış, gün ışığı içeri girmiyormuş.
Amaç bu ışığı içeri almak, bir performans aslında. Sonra etrafını perde ile
kapattık, duvar gibi ama ışığı geçirebilecek ama sesi içeriye almayan, sesi
emen bir malzeme kullandık. İşin adı ‘Yeniden Aydınlanma’, hani birinin evine
gidersiniz ve karanlıktır, ‘aç şu pencereleri’ falan dersiniz, onun gibi. Amaç,
mekanın ortasında doğal ışıklı bir hacim yaratmak. Çok sade bir fikirden ortaya
çıkıyor. Ortaya bir cisim koymak değil de, ışıkla aydınlanan hacmin kendisini
serginin ortasına koymak bana çok uygun geldi.”
AHMET ÖĞÜT
“Bu
sergideki işi küratörler seçti. İlk olarak,i 2011 yılında Lizbon’da yaptığım
bir yerleştirme işiydi, eş zamanlı olarak Diyarbakır’da kamusal alan
projesiydi. İlk sergilediğim zaman avuç büyüklüğünde on tane taş vardı, o
taşların üzerine -özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan bir gelenek
olan “Nose Art” olarak adlandırılan- Amerikan savaş uçaklarının üzerine
askerlerin yaptığı resimlerden seçtiğim on tane grafiti ya da askerlerin kendi
yorumlarıyla yaptıkları resimleri, -çoğunlukla naif resimler- aktardım. Resimlerin
ortak noktası da, ya bir çizgi film karakteri oluyor, hayvan oluyor ya da
askerlerin kendi yarattıkları bir karakter oluyor. Bunu bombalar ile
ilişkilendiriyorlar, bomba taşıyorlar, bomba atacaklar, zaten bombardıman
uçakları tehlikeli, bir de rahatsız edici bir mesaj var karşı tarafa,
gidecekleri yere. Ama karşı taraf bu mesajı görmüyor, aslında bu mesajı
kendilerine veriyorlar, uçağın üzerindeki mesajı sadece kendileri görüyor.
Aslında vicdani olmayan bir durum var. Ben bunu güçlü silah olan bombardıman
uçağından, en güçsüz silah olan taşa aktardım. Bir de o dönem Türkiye’de, taş
atan çocuklar ile ilgili bir tartışma vardı, birçoğu bir yıla yakın gözaltında
tutulmuşlardı. Bunun hukuki olarak tartışması vardı, 18 yaşın altında olan bu
çocukların gözaltında tutulması tartışılıyordu. Ben bunu onlara bir hediye gibi
düşündüm. Lizbon’da bu proje başladığında on taş vardı ve her üç günde bir
Fedex’ten bir kurye geldi, bir taşı Diyarbakır’daki arkadaşıma gönderdim,
onları teslim aldı ve sokakta bıraktı. Bıraktıktan sonra da ne olduğunu
bilmiyoruz, büyük ihtimalle birileri gördü. Şu anda bir tane kaldı, o da arşiv
gibi, diğerlerini temsilen duruyor. Diğerlerinin fotoğrafları var, bir tanesi
de fiziksel olarak duruyor. Burada sergilenen boş kaideler de o süreci temsil
ediyor. Süreç üzerine kurulu bir iş. Lizbon’da şık bir enstalasyon iken,
Diyarbakır’da kimsenin nereden geldiğini bilmediği, bir anda yolda bulduğu,
üzeri resimli bir taş. Uzaydan inmiş gibi duruyordu herhalde, hiç kimsenin
tahmin edebileceği bir şey değil. Oyunsu, çocuksu görünüyor. Bulan kişi
saklamıştır ya da bulunmamış da olabilir. Ne zaman karşıma çıkar ya da çıkar mı
hiç bilmiyorum ama burada benim için ilgi çekici olan, bir tarafta çok şık bir
enstalasyon iken, öbür tarafta bilinmez bir şey olması. Bilinmezlik ya da onu
bulan kişinin bunun bir sanat eseri mi ya da ne olduğunu, nereden geldiğini
bilmemesi. Bilinmezlik esas merak uyandıran şey, o merak da onun üzerine
düşündüren şey, esas olan düşünceyi tetiklemek. Taş yerde dururken bir işlevi
yok.”
SİBEL HORADA
“Bu
sergideki çalışmam, benim İstanbul’daki ilk kişisel sergimden geriye kalanlar
diyebiliriz. Daire Galeri’de 2012 yılının Haziran ayında başlayıp Eylül ayının
sonunda biten ilk kişisel sergimden. Yangın ile ilgili çalışmaya karar vermeme
gelince; İstanbul çok değişen bir şehir ve bu kadar unutuşla, mekanların
değişmesi, bir takım şeylerin unutturulması ile denk düşüyor ve ‘böyle bir
yerde nasıl yaşanır’ gibi şeyler üzerine düşünürken, yangın ile ilgili bir
şeyler çıkarabileceğimi düşündüm ve tam o esnada gerçekten yanmış bir evin
kalıntıları ile karşılaştım. Orada çekici bir şeyler olduğunu hissettim. Sergim
için gerçek yanmış bir evden malzemeler topladım ve Daire Galeri’de sergiyi
yaptığımda, ilk odaya 60-70 tane yarı yakılmış kasalardan bir enstalasyon yerleştirdim.
MAK’taki sergilemeden biraz daha farklı bir şekilde, üst üste, mimari bir form
gibi duruyorlardı. Tabii bu enstalasyonunun çok keskin bir kokusu vardı, yeni
yangın geçirmiş, o is kokusu çok güçlü bir koku. Arka odada ise ‘Yangın
Günlükleri’ diye bir çalışmaya başladım, serginin başında çok az şey vardı.
Serginin sonuna doğru oradan, yangına, unutuşa dair bir anlatı çıkarmayı
hedefledim. Süreç içinde bulunmuş nesneler, ses kayıtları, karşılaşmadan
seçtiğim nesneler, şeritsiz bir daktilo ile yazdığım sessiz notlarla o anlatıyı
oluşturdum. Notların sessiz olması benim için şöyle önemliydi, mürekkebin
olmayışı, ilk başta onların hiçbir şeyi yokmuş, iz yokmuş gibi düşündürtüyor,
fakat okumak çok kolay olmamakla birlikte, hemen bağırmamak ile birlikte,
okumak çok mümkün. Aslında mesele güneşten, ışıktan solabilecek bir mürekkep
izinden çok daha kalıcı izler daktilonun, tuşların bıraktığı vuruşlar. Ve
sessizlik ile ilgili nasıl konuşabilirim diye düşündüm: Geçmiş yüzyılın bir
sessizliğini ortaya çıkaran, İzmir yangını, şu anda konuşulan bir şey ama ben
ilk olarak aslında iki yıl önce Amsterdam’da bulduğum bir kartpostal
vasıtasıyla öğrendim. Böyle bir yangın olduğunu bilmiyordum, hele ki öyle bir
tarihte, hemen Kurtuluş Savaşı’nın akabinde böyle bir şey olduğunu bilmiyordum
ve Amsterdam’da Sahaflar Çarşısı’nda böyle bir kartpostaldan öğrenince, o
konudaki sessizlik ile ilgili nasıl konuşabilirim diye düşündüm. Viyana’daki
sergideki yerleştirmeyi nasıl yapacağımı bilmiyordum, Daire Sanat’taki sergim
bittiği zaman, 60 kasanın çoğu kısmını yakılıp, -sergideki fotoğraflarda
gördüğünüz gibi- kül haline gelmişti ve bir kısmı da galeride kalmıştı. Onlar
buraya geldi, buradaki yerleştirme de anıt alanlarını çağrıştıran bir etki
bıraktı bende ve burada yerine oturdu gibi. Bundan sonra İzmir’e Port-İzmir
etkinliğine gidecek bu enstalasyon.
HALİL ALTINDERE
“Sizin
de bildiğiniz gibi bu güncel sanatçıların katıldığı bir grup sergisi. Aslında
90’ların ve 2000’lerin sonlarına kadar bu çok problemetik bir alandı. Çünkü
ülke temsili, etnik yapı, coğrafya ya da dini inanç temsilli sergiler
beraberinde tehlikeli bir bakış açısını da getirdiği için, biz ve bizden önceki
kuşak bu tip grup sergilerine mesafeli davranmaya gayret ettik. Hatta 1993’ten
2010’lara kadar bu türde temsil sergilerini reddetmiştik, ta ki yabancı
küratörlerin Türkiye’ye geldiklerinde bütün ön yargılarından arınıp, seni
sanatın ve ismin için bir sergiye davet ettiğine ikna ettiği zaman, teklifi
kabul edebiliyoruz. Daha öncelerde 80’lerde ve erken 90’larda sadece Türk diye,
Müslüman, Ortadoğulu diye insanlar gelip gönül rahatlatma ya da post
kolonyalist yaklaşma turları şeklinde eserleri seçip, sergiler yaptıkları için
biz de durumla ilgili tavır almıştık, ama ne yazık ki arada “Turkish Delight”
tarzı sergilere katılan sanatçılar da olmuştu. Ta ki insanlar bu tavrımızı ve
gerçekten yapılan işlerin birbiri ile olan diyaloğu ya da kavramsal
çerçevesinden yola çıktıkları bir sergi önerileri olduğu takdirde katılmaya
başladık. Bu sergi de bu anlamda beni şaşırttı, çünkü uzun zamandır bu tip
sergilere katılmıyordum. Sergide, farklı pozisyondan ve jenerasyondan sanatçılar
var, 15-20 kişi. 2000 metrekarelik sergi mekanını gezdiğimde hiçbir yerinde ‘ya
burası Türkiye sanatı, bu şunu çağrıştırıyor’ gibi bir izlenim yok. O yüzden
farklı bir döneme işaret edebilecek bir sergi bu. Tek tek hem sanatçılar hem
yapıtlar hem de yapıtların diyaloğunda dünyanın herhangi bir yerinde
olabilecek, çok sesli, çok yapılı güncel bir sergi olmuş.
Sergide
iki yapıtım var, iç salonda “Homage to Serge Gainsbourg” çalışmam var. Çünkü
1999’dan 2008’e kadar “art-ist” isimli güncel sanat dergisinin yayıncılığını ve
editörlüğünü yaptım. Arada da daha çok belleğe ilişkin kitaplar çıkarmaya devam
ediyoruz. O, oto portrede bir belleği oluşturan, aynı zamanda da bir belleği
bir çırpıda yakan bir pozisyon var. Oto portre diyebileceğimiz bir iş. “Boxing
Bag”, kum torbası işinin ise daha fetiş ve daha davetkar bir durumu var,
insanların yumruk atmasıyla ilişkili. Ama işin malzemesi ile ilgili bir sorun
var, ne kadar gerçekçi görünse de aslında bu mermerden dökülmüş bir iş.
İnsanlar yumruk atmaya kalktığı zaman ellerinde bir acı hissediyor. Bu günümüz
sanatının ne olup olmadığıyla ilgili de bir soru. İzleyiciler artık sergilerden
sadece estetik bir haz ile dönmek zorunda değiller, bazen ellerindeki ağrıyla
dönebilirler. Sanatın ne olduğunu sorgulamalarını istedim. Bunu seçmemin bir
başka nedeni de, Türkiye ve temsil ile ilgili bir sergiye katıldığınızda
tamamen o beklentinin ötesinde ve hiçbir zamana ve mekana ait olmayan bir eser.
İnteraktiflik ve deneyimi de öngören ve tasarlayan bir yapısı var. Başta da
belirttiğim gibi bütün bu kavram ve tartışmaların ötesinde, izleyici farklı bir
deneyime teşvik ediyor.
Yazı: Ümmühan Kazanç, Artam Global Art, Sayı:22, Mart-Nisan 2013.