röportaj etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
röportaj etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Aralık 2022 Perşembe

HORASAN İLE KEYİFLİ SÖYLEŞİ

https://www.youtube.com/watch?v=LBy5W9GSN6Q&t=696s

Mustafa Horasan bize muhteşem atölyesini açtı ve tüm samimiyetle sorularımızı yanıtladı. Röportajımızın tamamı Youtube kanalımda. 

HORASAN KİMDİR?

1965’te Aydın, Karacasu’da doğdu. 1986’da Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümü’nü bitirdi. Çalışmalarını İstanbul’daki atölyesinde sürdürmektedir. Birçok üniversitede görev yapan sanatçı, halen mezun olduğu üniversitede ders vermektedir. Horasan’ın yurti çinde ve yurt dışında özel koleksiyon ve müzelerde eserleri bulunmaktadır.

Yurtiçi ve yurtdışında katıldığı önemli sergiler: 1990 Grand Palais, “Paristanbul”; 1999 Sharjah Bienali; 1999 Karşı Sanat, “Ölüm=Ölüm”; 2001 “Modern Türk”, Has Ahırlar, Topkapı Sarayı; 2002 “Harem”, UPSD Sanat Merkezi; 2005 “Hırsız Kent”, Aksanat; 2009 İstanbul Modern “Yeni Yapıtlar Yeni Ufuklar” ve 2009 “Berlin İstanbul Next Wave”, Martin Gropius Bau.

Başlıca kişisel sergileri: 1992 Kare Sanat Galerisi; 1998 “Alacakaranlık”, Teşvikiye Sanat Galerisi; 2003 “Gece Bahçesi”; 2005 “İstila”, Evin Sanat Galerisi; 2007 “Kontrol Odası”, Milli Reasürans Sanat Galerisi; 2010 “İçimdeki Şeytanı Öldürürsen Meleği de Öldürürsün”, “Çarpışma”; 2012 “Labirent”, Pi Artworks.

Katıldığı uluslararası fuarlar: Contemporary Istanbul, Scope Basel, Art Dubai, Marrakech Art Fair, “A Selection of collection of Istanbul Modern” Bahrain National Museum, ArtInternational İstanbul ve Armory Show NY.


24 Aralık 2021 Cuma

TEMÜR KÖRAN: “GÖÇ”

Temür Köran.


Çağdaş Türk figür resminin en güçlü isimlerinden Temür Köran’ın Mayıs 2017 tarihinde Evin Sanat Galerisi’nde düzenlendiği “Göç” isimli 20. kişisel sergisi için ArtUnlimited dergisinin web sitesi için gerçekleştirdiğimiz röportajı arşivde bulunması amacıyla bloğumda da yayınlıyorum.

Köran’ın cesur renk kullanımının öne çıktığı tuvallerinde desen ve yaratıcılık, ritim duygusunu harekete geçirirken çok katmanlı bir görsellik oluşturuyor. Sanat tarihinden referanslar içeren resimlerine, renk katmanlarıyla örülmüş soyutlamalar eşlik ediyor.

RÖPORTAJ: ÜMMÜHAN KAZANÇ

Sayın Temür Köran, ‘Göç’ bugüne kadar çoğumuz için tarih kitaplarında okuduğumuz ya da belgesellerde izlediğimiz, bir grubun ya da toplumun zorunlu nedenlerden dolayı anavatanını terk etmesi olarak bildiğimiz bir olguydu. Oysa son iki üç yıldır bir insanlık dramı tüm dünyanın gözleri önünde gerçekleşiyor. Özellikle Türkiye sınırları içinde, denizlerinde akıl almaz olaylara şahit oluyoruz. Siz bir sanatçı olarak hangi noktada ve açıdan ‘Göç’ olayını tuvallerinize aktarmaya karar verdiniz?

Göç meselesine insan ekseninden baktım tabii ki. Göç, insanlık tarihi kadar eski. Fakat bugün bizim yaşadığımız, yakın komşumuzun başına gelen ve son iki üç yıldır etkilendiğim göçten bahsediyorum. Tabii ki çok hoş olmayan bir durum. Geçmiş ile gelecek arasında sıkışıp kalmak, gerçekten insanının kaderinin elinde olmadan değişmesi, bir bakıma çaresizlik ve hele de aileniz, çocuklarınız varsa onlara karşı kendinizi yetersiz hissetmeniz, insanın başına gelebilecek en kötü durumlardan biri. Fakat biz iç politikada güncel sorunlarla uğraşırken ya da kendi derdimize düştüğümüz için bu dramı yavaş yavaş fark etmeye başladık. Ben, Aylan bebeğin cansız bedenini sahilde gördüğümde ekranın karşısında hüngür hüngür ağladım. Bana ne oldu da beni neremden yakaladı? Sanki elmas pençeli bir kartalın böğrümü tutup öyle kala kalmam gibi bir şey oldu. Kendimi hem suçlu hem de bu yaşanan trajedinin bir parçası gibi hissettim. Neyi yapıp neyi yapamayacağımı da bilen birisiyim. Hiçbir zaman göçmen bürosunda gidip pratikte neler yapabileceğime dair bir adımım olmadı ama bu konuda duygularımı ifade edebileceğim en azından alanım var. Bu beni tetikledi. Başlangıç Aylan Bebeğin dramıydı. Sanırım bu olay 2015 yılında oldu. O yıl Tüyap Sanat Fuarı vardı ve mültecilerle ilgili ilk eserimi orada sergiledim. ‘Mülteciler’ isimli triptik çalışmam ‘Göç’ konusunun siyasi ayağı. Biliyorsunuz mülteciler hukuki haklarını 1951 Cenevre anlaşması ile kazanıyorlar.


Temür Köran, “İsimsiz”, 2017, tuval üzerine yağlıboya, 120x140 cm.


Sergi kataloğunda ‘Göç’ konusuna bakışınızı şöyle açıklıyorsunuz: ‘Göç, sizi ait olduğunuz topraklardan zorunlu olarak kopartıp yeni coğrafyalara sürüklemekle kalmaz, aynı zamanda geçmiş ve gelecek arasında (bir nevi arafta) tutmaya mahkûm eder.’ Sanırım bu cümleler serginizin ana fikrini de ortaya koyuyor. Bu bağlamda bu sergide yer alan eserlerinizi nasıl tanımlarsınız?

Bizim 1960’lı yıllarda Almanya’ya işçi göçümüz var. Bu insanlar oraya belli bir amaç ve hedefle gittiler. Bir beklentileri vardı. Oysa buradaki göç, tamamen bilinmezliğe açılan bir yol. Bıraktığın bir geçmişin var ve bilmediğin bir geleceğe doğru gidiyorsun. ‘Ne olacağım?’ sorusu gerçekten çok önemli. Bu bilinmezlik beni en çok rahatsız eden tarafı. Göç konusunda bir uzman değilim ama bunu ancak görsel olarak anlatabilirim. Benim ifade biçimim böyle. Bunu kelimelerle belki bir şair, bir yazar çok daha iyi anlatabilir.

O zaman sizin görsel ifade gücünüz üzerinden devam edelim…

Bundan önceki sergim ‘Seyir’de de ‘yolculuk’ teması vardı. Ondan önce ‘Göçebe Bellek’ sergim vardı. Aslında ben yıllar içerisinde bu kavram ve temalar etrafında pervane oluyormuşum.  Seyirdeki maksat, belli bir yerden bir yere belli bir amaç ile gidersin. Belli bir hedefiniz vardır. Ama burada öyle değil. Resimlerimde bugüne kadar konu hiçbir zaman resmin önüne geçmemiştir. Hep plastik meseleler ve resmin bize söylediği şeylerin açık yapıt halinde olması durumu yani belli bir duyguyu katı gerçekliği ile değil, tem tersi o resme her bakan izleyicinin kafasında yarattıklarıdır. İlk defa bu sergimde temayı biraz ön planda tuttum. Belki de serginin cazibesi buradan geliyor. Konuyu bir tarafa bırakıp resimler üzerinden konuşursak, biz akademide ağır bir eğitim aldık. Mezun olduktan sonra ‘acaba ben resimlerimden figürü çekersem hala resim yapabilir miyim?’ sorusunu sormaya başladım. Ben ne zaman resim yapsam hemen klasik bir figür ile başlardım. Sonra figürü çıkarınca enteresan bir şey oldu. Bu sefer Doğu sanatına bakmaya başladım. Orada da özellikle Matrakçı Nasuh ve Levni üzerinde yoğunlaştım. Ve onların peyzaj anlayışı ve figürü ele alışları tamamen Batı’dan farklı. Kompozisyonları hiyerarşik. Figürlerin sınıflarına göre boyutlarını belirlediklerini fark ettim. Yani hiyerarşik bir perspektif kullanıyorlar. Yüzey renkle çözümleniyor. Bu renk meselesi, doğa motifleri, masalsı hayvan figürleri beni akademin o Caravaggio anlayışından bir süreliğine uzak tuttu. Ve bir sentez peşindeydim. Bu bir modaydı aslında. Figür olarak kendime oluşturduğum ‘leit motif’ yani gündelik eşyalardan yaptığım gazoz kapakları, tava, tencere, plastik bardaklardan oluşturduğum motifti bu. Motifi model resimlerimde kullanmaya başladım. Böylece yüzey ve klasik derinlik anlayışını aynı kompozisyon içinde kullanmaya başladım. Arka planı da Doğu anlamında bir peyzaj boyuyordu. Sonra bir süreliğine Amerika’ya gittim, atölyem Seattle’daydı. Döndükten sonra çok ilginç bir şey oldu. Kompozisyon oluştururken bu modeli tekrarlamaya geçtim. Tıpkı minyatürlerdeki gibi bazılarının proporsiyonları büyük, bazılarının küçük tuttum. Buradaki yöntem hiyerarşik perspektifi kullanmak oldu.1994-96 yıllarına tarihlenen bu ikilemler beni çok deneysel bir yola doğru itmeye başladı. Aynı ölçüde iki tuvali yan yana koyup, eş zamanda sol taraftaki tuvale sürdüğüm darbeyi, rengi, izi sağ tarafta da aynı noktaya sürüyordum. Ve resimleri eş zamanda bitiriyordum. Aslında bir resim yapıyorum ama iki tane çıkıyor. Bu fikirde yine şunu anladım; aynısı yine olmuyor. Bir su damlası bile bir diğer su damlası ile aynı değildir. Ve bu sefer doğada bir şeyin iki defa olmadığını düşünmeye başlıyorsun. Aynı model buzdolabınız bile olsa imgesel farklar vardır. Yüzey ve üç boyutluluk meselesini bir karşıtlık olarak görmeye başladım resimlerimde, hala renk yok. Renk kullanmıyorum. 2001 yılında, Mehmet Ergüven kitabımı yazarken bana ‘renk kullanmaktan çekiniyorsun galiba’ dedi. O zaman haddim değil diye düşünürken, bu cümle renk cesaretimin başlangıç tarihi oldu. Figürü iki defa koymaya başladım. Psikolojik bir durum oluştu. Edebiyatçılarımızdan biri bana şunu söyledi; ‘Biz Türk şiirinde ikilemler kullanırız’ dedi. Serin serin Kapalıçarşı, burcu burcu kokar gibi örnekler. Ama bunun karşılığı Türk resminde yok, oysa senin resimlerinde olduğunu fark ettim dedi. Aslında sezgisel olarak bir şeyleri yapıyorsunuz. Sanırım resimle yaşamak böyle bir şey. Resim yapmasam bile atölye atmosferinin içinde olmak bana yine çalışıyormuşum hissi veriyor. Ben aslında çalışmaya devam ediyorum. Her düşündüğünüzü resme koyamıyorsunuz, bir süzgeçten geçiriyorsunuz. Resim bittiği zaman problem bitmiyor. Ve o problem bir sonraki resme taşınıyor. O problemler bitmediği sürece resim sürüyor. Bu sürekliliği korumak gerekiyor.


                            Temür Köran, “İsimsiz”, 2017, kâğıt üzerine karışık teknik, 70x50 cm.


Sürekli atölyede olma durumunuz da oldukça ilginç. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?

Orada mutluyum. Arkadaşlarım geliyor. Bir tek markete gidiyorum. Sosyal olma durumum çok fazla yok. Bu özellikle son zamanlarda böyle oldu. Belki de günümüzün sosyal ve politik çalkantılarından dolayı, artık eskisi gibi dışarı çıkmak da çok keyif vermiyor. Gündüz de çıkmıyorum, çıkınca gidecek bir yerim yok zaten. Atölye dışına çıkarsam şehir dışına tatile gidiyorum. Desen defterim her zaman yanımda tabii ki. Ya da İstanbul’da arkadaşlarımın atölyelerini ziyaret ederim. Bakın yine atölye… Bayılıyorum atölyelerin dağınıklığına, arkadaşlarımın boyalı ellerine, yarım resimleri izlemeye. Kedilerim ve bir de tavşanım var. Hayatım işte bu.

Burcu Pelvanoğlu’nun sergi kataloğu için kaleme aldığı yazıda şu cümleleri okuyoruz: ‘Sanat yaşamı boyunca temsilden ya da daha doğru bir deyişle temsilin ajitasyonundan kaçınan Temür Köran, bu sergisinde yer alan resimlerinde göçe neden olan, göç anı ve göçten/göçenlerden arda kalanları bize gösteriyor. Bu resimlerinde sanatçı, bir yandan küresel ölçekte yaşanan travmayı konu ediniyor ancak diğer yandan temsilin tuzağına düşmemek adına konuya bakışında sezgisel bir yöntem belirliyor. Bu yöntem, sanat tarihinde Barok sanatçıların kullandığı yöntemin ta kendisi… Bu noktada 17. yüzyılın önemli düşünürü Leibniz’i anımsamakta fayda bulunmakta.’ Barok kurgulama konusunda neler söyleyebilirsiniz?

Giovanni Battista Tiepolo hayranıyım. Gericault’nun “Medusa’nın Salı” eserini hatırlatması hoş bir şey. Göç olayındaki trajediyi, dramı bir Rönesans sanatçısı gibi anlatamazsınız. Ancak bir taşkınlık, coşkunluk ve anakronik olma durumuyla tanımlayabilirim. Bu sergiyi de böyle hayal ettim. Ve buradaki dayanağım tabii ki Barok dönem olabilirdi. Zaten normal şartlarda da ben Barok ışıktan yararlanıyorum. Rakursi’yi görmeye başladım bu sergide, alttan yukarıya doğru. Ve bunun sebebi de teknede göç eden bir aileyi, insanları düşünün. Orada devasa bir gökyüzü ve devasa bir deniz var. Aslında küçük bir ceviz kabuğunun içinde sallanıp duruyorsunuz. Tabi bu bir durağanlığı değil, bir hareketi getirir. Bunu empati kurarak yapıyorsunuz. Ve mekanı böyle düşündükten sonra, o Beethoven’in müziği gibi, kalabalıkların, insanların vızıltısı, çırpınışları, o görkemin, o fanusun içinde düşünüyorsunuz. Bu coşkuyu ancak bir Barok sanatçısı çok iyi yapabilirdi. Ben bu resimleri yaparken Rus bestecileri dinledim. İşte bütün bunlar bu resimlerin ortaya çıkmasına sebeptir.

Tuval resmine başlamadan önce desen çalışıyor musunuz?

Çok fazla görsel not alıyorum. Tuvalin kompozisyonunu kurma aşamasındayken önce küçük küçük kareler halinde defterime ve sonra silüetler çiziyorum. Sonra ara tonları koyuyorum. Kompozisyon içine yerleştireceğim elemanları tek tek desen haline getirip tuvale taşımaya başlıyorum.


Temür Köran, “İsimsiz”, 2017, tuval üzerine yağlıboya, 100x120 cm.


Serginin ismi ‘Göç’ çok hızlı ipucu veriyor gibi görünse de resimlerinizdeki ‘Figürler’ sadece bu olguyu anlatmıyor izleyiciye. Sizin sanatınızı özel kılan ve çok katmanlı okumalara imkan sağlayan bu resimsel kurgunuz konusunda ne söylemek istersiniz?

Acıyı resmetmek benim pek işlediğim bir tema olmadı. Hep uzak durdum. Seattle’da bir ressam arkadaşım vardı. Bir gün bana şöyle söyledi: ‘Ben hayatta neye sahip olmak istiyorsam onun resmini yapıyorum.’ Ben de bizde de Hıdırellez diye bir gelenek vardır, taşlardan dilediğin şeyin resmi yaparsın toprağa dedim. Bir de öğrenciyken toplumbilimci Claude Lévi-Strauss’un bir yazısını okumuştum. Kendisi, Avustralya’ya yerlilerin yaşadığı bir kabileyi ziyarete gider. O dönemde çok iyi fotoğraf makineleri olmadığı için, yerlilerin kullandığı nesneleri, eşyaları, hayvanları not defterine çiziyor. Ayrılmak üzereyken şef; ‘gidiyorsun da hayvanlarınızı nereye götürüyorsun’ der. Hayır, hayvanları götürmüyorum diyor Lévi-Strauss. ‘Ama defterinize çizdiniz ya diyor’ şef. Çünkü şef’e göre hayvanlarının görüntüsü ile hayvanların kendisi aynı anlama gelmektedir. Çok primitif bir yaklaşım ama bu bir büyü aslında. Mağara resimleri de büyüydü. Onlar entelektüel amaçla yapılmış değil. Mutlaka bir amacı vardı ama sanatsal bir kaygı taşıdığını düşünmüyorum. Seattle’lı ressam arkadaşımın söylediklerinden sonra bazı taşlar yerine oturdu. Atölyenin bir büyüsü var. O büyü bozulduğu zaman gerçekten bir sürü şey yıkılıyor. O bizim fildişi kulemiz, oradaki her şey aslında senin için kutsal. Nesneler ile ilişki kuruyorsun, akabinde canlılar ve hayvanlarla da çok iyi ilişkin oluyor. Kendinle barışık oluyorsun. İnsanı besleyen, geliştiren bir şey resim yapmak. Resim yapmanın şöyle bir yönü daha var. Zaman içinde, tüm resimsel dönemlerinize baktığınızda, kendi ruhsal gelişiminizi izliyorsunuz. Sev ya da sevme, bunlar sizsiniz.

Desenin sizin sanatınızda çok özel bir yere sahip olduğu ve desenle, coşkulu renklerin adeta birbiriyle ahenk içinde hareket ettiği çağdaş sanat tarihçilerimiz tarafından çoktan kabul görmüş, sanat izleyicileri tarafından da özel bir yere oturtulmuştur. Renkçi figüratif sanat anlayışınızı bir de sizden dinleyebilir miyiz?

Renkçi figüratif tabii ki diyebiliriz. Evet, desen ve renk benim için çok önemli ama hala bu işi iyi yapamadığımı düşünürüm. Hala çok resim bakar, internetten ustaların işlerini incelerim. Renk konusu, Henri Matisse’in, Andre Derain ile birlikte kurduğu Fovizm okulunda gerçekleştirdikleri bir resim ve espas anlayışı. Onlar da aslında Doğu’ya bakmışlar. Demek ki ben aslında başlangıçta Doğu’ya bakarak renge bilmeden girmiş olmam tesadüf değil. Matisse örneğine bakarsak yüzey ile birlikte formu da kullandığını görürüz. Zaten Yüzyılın başında neredeyse her iki yıl da bir yeni sanat akımları türemeye başladı. Daha sonra Dadaistler geldi, iyi niyetliydiler. Marcel Duchamp zeki ve kuramsal bir adamdır. Tabulaşmış, klişeleşmiş yerleşik düşüncelerin birçoğunu yıktı. Ama ok yaydan bir kere çıkmıştı. Bir ressamın sanatçı olabilme ihtimali yüksektir ya da hiç yoktur. Bunu zaman belirleyecektir.

1960 Urfa, Siverek doğumlusunuz ve bir anlamda siz de birçok İstanbullu gibi taşradan büyük şehre göç etmiş birisiniz. Üstelik Siverekli bir ağanın ressam çocuğusunuz. Kısaca hayat hikayenize baktıktan sonra kendi yaşamınız üzerinden göç ve uyum konusunda neler söyleyebilirsiniz. İstanbul’a alışmanız kolay oldu mu?

Aslında ağa çocuğum değilim, toprak sahibi bir ailenin çocuğuyum. Feodal bir düzenin hiçbir zaman parçası olmak istemem. Ben ilkokulu bitirdikten sonra Şişli Koleji’nde yatılı okumam için ailem beni İstanbul’a gönderdi. 12 yaşından sonra yaşamım Osmanbey, Şişli çevresinde geçti.

Aslında çoğumuz taşralıyız ve bir anlamda göçebe sayılırız İstanbul’da. Siverek’teki yaşamınızı özlüyor musunuz ya da arafta olma hissi var mı?

Tabi ki çok özlüyorum. Siverek’teki yaşamım adeta Doğu masallarını andırır. Biz develerin ayaklarının altında saklambaç oynardık. Babamın hanı vardı ve o hanın için 40-50 tane deve olurdu. Ve taş sokaklar, taş evler, avlular, eyvanlar… Biz açık havada yaşıyorduk. Aslında kale gibi bir yapı vardı, aralarda dar sokaklar falan. Çocukluğumu çok iyi hatırlıyorum. Aslında ben oradayken de kendimi oraya ait hissetmezdim, çizgi roman okur, pop müzik dinlerdim. Folklorik yanım hiç yoktu.

                            Temür Köran, “İsimsiz”, 2016, tuval üzerine yağlıboya, 45x60 cm.


TEMÜR KÖRAN HAKKINDA

1986    Mimar Sinan Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Yüksek Resim Bölümü Devrim Erbil Atölyesi’nden mezun oldu.

1996    Mimar Sinan Üniversitesi’nde Sanatta Yeterlilik programını bitirdi.

KİŞİSEL SERGİLER

2012    "Seyir", Evin Sanat Galerisi, İstanbul

2010    "İçerisi ve Dışarısı", Evin Sanat Galerisi, İstanbul

1997-2008      Evin Sanat Galerisi, İstanbul

1996    Asmalımescit Sanat Galerisi, İstanbul

1996    Ekol Sanat Galerisi, İstanbul

1993    Teşvikiye Sanat Galerisi, İstanbul

1990    Beytem Sanat Galerisi, İstanbul

1989    Yonca Modern Sanat Galerisi, İstanbul

ÖDÜLLER  

1997    Türkiye Jokey Kulübü Resim Yrş., Mansiyon, İstanbul

1996    Adana Çimento Sanayi Resim Yrş, 2.lik Ödülü, Adana

1988    Turgut Pura Vakfı, Mansiyon, İzmir

1988    22. DYO Resim Yarışması, Başarı Ödülü, İzmir

1985    Tiglat Gal., Genç Sanatçılar Yrş., Mansiyon, İst

1985    İst. Ünv. Gençlik Yılı Rsm. Yrş., 1.lik Ödülü, İst

1985    1. Şeref Akdik Resim Yrş., MSU, 1.`lik Ödülü, İst


ONLINE SERGİLER        

03.04.2012      "Seyir" - Temür Köran - Evin Sanat Galerisi

06.05.2010      "İçerisi ve Dışarısı" - Temür Köran - Evin Sanat Galerisi

29.04.2008      Temür Köran Resim Sergisi - Evin Sanat Galerisi

26.12.2006      "Göçebe Bellek" - Temür Köran - Evin Sanat Galerisi

01.12.2005      Temür Köran Resim Sergisi - Evin Sanat Galerisi

20.04.2004      Temür Köran "Çeşitlemer" Sergisi - Evin Sanat Galerisi

27.03.2003      Temür Köran Resim Sergisi - Evin Sanat Galerisi

02.04.2002      Temür Köran Resim Sergisi - Evin Sanat Galerisi

24.05.2001      Temür Köran Resim Sergisi - Evin Sanat Galerisi

23.05.2000      Temür Köran Resim Sergisi - Evin Sanat Galerisi

06.05.1999      Temür Köran Resim Sergisi - Evin Sanat Galerisi

22 Aralık 2021 Çarşamba

DEVRİM ERBİL VE ŞİİRSEL İSTANBUL SOYUTLAMALARI

DEVRİM ERBİL ile 22 Kasım 2016 tarihinde Suadiye’deki atölyesinde gerçekleştirdiğimiz röportajda Akademide geçirdiği 50 yılı, Resim ve Heykel Müzesi Müdürlüğü dönemi, 2004 yılında açılan Balıkesir Devrim Erbil Çağdaş Sanat Müzesi gibi 60 yıllık sanat yaşamının kilometre taşlarını konuştuk.
RÖPORTAJ: Ümmühan Kazanç

YOUTUBE KANALIMA ABONE OLURSANIZ ÇOK SEVİNİRİM.
Sanat dünyasından röportajlarımı izleyebilirsiniz.



 

13 Aralık 2021 Pazartesi

BOZCAADA’NIN DELİKANLISI USTA RESSAM TAYFUR SANLIMAN



Usta ressam Tayfur Sanlıman, Arkeoege Yayınları’ndan 2013 yılında çıkan “Yol Boyunca” isimli kitabında resim aşkını şu sözlerle anlatıyor: “Ne zaman ki Güzel Sanatlar Akademisi’ne girdim, rahmetli Neyzen Halil Dikmen ve gene rahmetli Zeki Faik İzer, ilk resim hocam rahmetli Latif Ariş’in aç toprağıma serptiği sanat sevgisi tohumlarını sulamaya ve yeşertmeye başladılar. Aşkımın gerçek yüzü göründü ve bu sevdanın ömür boyu ne denli bir özveri gerektirdiği belli oldu… O gün bu gündür içimde, resim çalışmanın tükenmez hazzını ve o dünyanın tadını yaşar, durmadan çalışırım.”
84 yıllık ömrün acı-tatlı hatıralarını, öğütlerini, Türkiye’nin geçirdiği değişimleri kendine has konuşma diliyle kaleme alan Tayfur Hocamızın kitabından öğrenecek çok şey var. Bazen güldüren, bazen ağlatan bu anı kitabında ustamızın deyimiyle ibretlik sonuçlar var.
Bu arada resim sanatımızın ustalarından Tayfur Sanlıman’ın Sergisi, Galeri Nişart’da 08-23 Ocak 2014 tarihleri arasında izlenebilir.
1930 doğumlu Tayfur Hoca, röportajımıza başlamadan önce yaşamı boyunca nelere şahit olduğunu listeledi. İşte o an yaşayan bir tarih ile, canlı bir ansiklopedi ile söyleşi yaptığımı bir kez daha hatırladım. Tayfur Hoca’nın o içimize işleyen tok sesini, babacan tavırlarını sizlere daha iyi aktarabilmek için bu defa röportajımızı video olarak yayınlamak istedim. Tüm dostlarıma keyifli seyirler diliyorum.
TAYFUR SANLIMAN
Ressam Tayfur Sanlıman, 1930 yılında Adana’da doğdu, sanatçı; ilk, orta, lise eğitimini doğduğu kentte tamamladı. 1951’de girdiği Orman Fakültesi’nden 1953’te ayrılarak askerlik görevini yaptı. 1955’te Güzel Sanatlar Akademisi’ne girdi. Halil Dikmen ve Zeki Faik İzer atölyelerinde beş yıl çalıştı ve pekiyi derece ile diploma aldı. Resim sevgisi ile ilkokulda tanışan Sanlıman, ortaokulda Akademili hocası Latif Ariş tarafından yönlendirildi. Güzel Sanatlar Akademisi’nden sonra resimden uzaklaşıp on beş yıl çeşitli işlerde uğraş veren sanatçı, 1977’de Marmaris’in İçmeler Köyüne yerleşti ve resme yeniden başladı. Yerleştiği köy, yeni yerleşim alanları ve turistik amaçlarla betonlaşmaya başlayınca 1984’te İstanbul’a döndü. 1992’de Asmalımescit’te kendi atölyesini kurdu. 2001’e kadar aralıksız çalıştı. 1985’ten bu yana insan-doğa ilişkisini doğadan yana çıkarak irdeleyen ve dünyalıların bu gidişle varacağı sonu resim diliyle anlatmaya çalışan Sanlıman, soyut gibi algılanabilecek bir anlatımla doğayı, renkçi ve zaman zaman da figüral tasarımları ile toplumu yansıtmaktadır. AKM-Atatürk Kültür Merkezi Sergi Salonu’nda “İsimsiz Resimlerle 50 Yıl” başlığı altında retrospektif sergisi açıldı ve sergiye eşlik eden sanatçı kitabı da yayınlandı. Bugüne kadar 30 kişisel sergi gerçekleştiren Sanlıman, 2001 yılında İstanbul’u terk ederek Bozcaada’ya yerleşti. 22 Ağustos 2017 tarihinde Urla'da yaşama veda etti.  (www.tayfursanliman.com).


23 Haziran 2015 Salı

DENİZ SAĞDIÇ: “RESİM YAPMAK, NEREDEYSE FELSEFE YAPMA EYLEMİ İLE ÖZDEŞTİR”

Deniz Sağdıç, “Ultramarine”, 2015,
tuval üzerine yağlıboya, 120x80 cm.
Deniz Sağdıç, “Tin” başlığı altında topladığı çalışmaları ile 29 Haziran - 13 Temmuz 2015 tarihleri arasında Mine Sanat, Bodrum Yalıkavak Palmarina Galerisi’nde izleyiciyle buluşuyor.

RÖPORTAJ: Hande Özdilim Yıldırım

H.Ö.- Bir sanatçı neden üretir? Örneğin bir ressamı, bir şeyleri resmetmeye sevk eden itkiyi, “sen” örneği üzerinden düşünmeye çalışırsak, seni üretmeye götüren süreç hakkında neler düşünüyorsun?
D.S.- İnsanlar olarak, binlerce yıldır dünyayı aklımız vasıtasıyla, şeyleri kavramsallaştırarak anlamlandırma sistematiğine alışmış durumdayız, en azından Nietzche’nin söylemiyle Sokrates’ten bu yana. Bu şeyler öteden beri doğada olan veya bizim, yani insanlığın yarattığı nesneler ile yine insan üretimi tüm olguları da kapsayan bir çerçeve. Bir şeyleri resmetme isteğimi uyandıran temel itki de bu düşünceden kaynaklanıyor. Evet, bu bir ağaç. Ağaç nedir? Bu şeye neden ağaç diyoruz? Kafamdaki ağaç imgesi nedir? İnsanların kafasındaki ağaç imgesi nedir? Bu bir ağaç ise ve ben bunun bir ağaç olduğunu biliyorsam, onu neden resmetmek isteği duyuyorum? Böyle söyleyince Pascal’ın meşhur ‘Özgün hallerine hiç hayranlık duymadığımız şeylere benzerlik yoluyla hayranlık uyandıran resimde nasıl bir kibir vardır’ sözü akıllara geliyor. Tabii burada Pascal’ın kibir olarak bahsettiği itki, kulağa geldiği anlamın çok ötesini kendinde barındırıyor. Pascal fark etmiştir ki resim yapmak, neredeyse felsefe yapma eylemi ile özdeştir. Buradaki ‘neredeyse’ belirtecini resimden yana kullanıyorum. Çünkü düşünce tarihi boyunca; sanatçı her zaman düşün insanının bir adım önünde yer almıştır. Çeşitli imgelemler, insana özdeş suretin ortaya konması, zihinleri, üzerinde düşünmeye sevk etmiştir. Tabi burada resim yapma fiiliyle örneklediğim durum, tüm sanatları kapsayan bir olgu. Fazlaca düşünsel derinliğe girmeden özetlemek gerekirse; bir ressam için resmetme eylemi; bırakın fırçayı bir yüzeye sürmeyi, bahsettiğim tüm bu düşüncelerden de önce, ressam olmaya karar verme anı ile başlar. Çünkü ressamın baktığı şey ağaç olmadığı gibi, tuvalinde görerek ağaç olarak anlamlandırdığımız da bir ağaç değildir. Ben tüm sanatçıların farkında olsun ya da olmasın, dünyaya bu gözle baktıklarına inanıyorum.


Deniz Sağdıç, “Portre”, 2015, çok katmanlı şeffaf yüzey ve renk pigmentleri, 70x100 cm.
H.Ö.- Günümüz sanatı çerçevesinde, sanatını ya da kendini nasıl konumlandırır sın?
D.S.- Günümüzde çağdaş sanat için; sadece duyulara hoş gelen, kuramsal anlamdan ziyade yüzey estetiği ile ilgilenen, boyutlarıyla yücelmeye çalışan bir sanat anlayışının hakim olduğuna dair bolca eleştiri var. Cümlenin başında günümüzde ve çağdaş kelimelerini bir arada kullanmama neden olan sorunsal da bu tartışma dahilinde. Çünkü aynı eleştiri ortamında bu terim de başlı başına bir tartışma platformu oluşturuyor. Çağdaş sanat derken bir kronolojik sınırlama yapmak ya da diğer taraftan çağdaşı bir kategori başlığı olarak ele almak, bir kelime oyunundan ibaret değilse, benim düşünceme göre sanatı zaten anlamamış olmaktır. Çünkü yukarıda bahsettiğim gibi bir resimde yer alan ağacı, ağaç olarak ele aldığınız anda zaten artık sanattan bahsetmiyorsunuz demektir.


Deniz Sağdıç, “Recurring”, 2015,
tuval üzerine yağlıboya, 120x80 cm.
H.Ö.- Senin ve yapıtlarınla ilgili konuşmalar/metinler, genelde “kendine has üslubu” cümlesiyle başlıyor. Gerçekten de hangi dönemine ait olsa da, çalışmaların izlendiğinde ayırdına çabuk varılan bir Deniz Sağdıç dokunuşundan bahsetmek mümkün. Bu olmasını istediğin bir etki mi?
D.S.- Gördüğünüzde ya da hissettiğinizde resmetmek, aktarmak, irdelemek istediğiniz aslında bir obje, durum veya duygu değil, bir mesele, sanatçının kendi meselesi. Tabi bu mesele kendinizle sınırlı kalmayan, aktarmak, göstermek veya paylaşmak istediğiniz bir sürece doğru evirilmekte. Bunun özünde gerçek olarak bilinenlerin sorgulanması meselesi yatıyor. Gerçek olarak bilinen diye bahsettiğim, sizin ve sizi, siz olarak kavramsallaştıran, sizin de içinde olduğunuz, ama sizin dışınızda kalan toplum ve doğa, kısaca tüm şeyler. Bu tümün ortaya koyduğu gerçek olarak bilineni irdelerken aslında bunu, tüm bu “tüm”e ifade etmeyi denemiş oluyorsunuz. Sanatçı olarak dünyayı görme şekliniz, aynı zamanda sizin dışınızda kalan tümün de bir süre sonra sizi anlama şekline dönüşüyor. Bu bakımından üslubunuz şeyleri görme ve yansıtma biçimi olarak özellikle yapmadığınız bir şey olsa da sizin dışınızdakilerin meselenizi kavrayabilmeleri açısından önemsediğim bir fonksiyon. Bu nedenle izleyenin imzamı görmeden bile bu çalışma Deniz Sağdıç’ın diyebilmesi, bu köprünün kurulabilmesi bakımından önemli bir konumda.

H.Ö.- Paylaştığın düşünceler çerçevesinde “Tin” başlığı altında topladığın çalışmalar için neler söyleyebilirsin?
D.S.- “Tin” 2013 yılının sonlarına doğru oluşturmaya başladığım bir dizinin adı. Temelde önceki dönem çalışmalarımla aynı üslup yaklaşımını korusa da ortaya çıkan formları oluşturan renk değerlerindeki değişimin, zihinde oluşturduğu imgelerle olan ilişkisini irdelediğim bir deneme niteliğinde. Her çalışmada farklı bir rengi temel alıp, bu rengin asgari derecede değiştirilmiş versiyonlarını, imgenin ve espasın oluşumuna katkıda bulunacak biçimde yaratmayı esas alıyor. Buda üretme eylemi zemininde “tin”in, sadece teknik gibi algılanan ama bahsettiğim zihinsel eylemlerle evirildiği yönü vurgulamayı amaç edinen bir başlık. Öyle ki bu diziyle oluşturmaya başladığım her çalışmanın benim için algısal bir idmana dönüşünü biraz da hayretle deneyimliyorum. Şimdi sesli dile getirince yine fark ediyorum ki, resim yapma eylemi sadece bir aktarım ve yansıtmadan öte kendinize de bir gösterim deneyimi.


Deniz Sağdıç, “WONDROUS PLACE”, 2015, tuval üzerine yağlıboya, 120x80 cm.

H.Ö.- Bu sergide yer alan, tuvalin dışında medyumlarda ve farklı teknikte çalışmalar da var.
D.S.- Bu sergide, izleyenlerin ilk defa görecekleri faklı teknikle oluşturduğum çalışmalarım var. Teknik olarak dile getirdiğim, görünenin ardında temelde çalışmamın kendi iç uzamındaki, diğer çalışmalara göre yapısal bir farklılık. Uzamsal boyut her ne kadar göreceli bir kavram olsa da duyusal olarak pigmentin klasik boyamadaki yığımının yarattığı görüsel etkiye benzer bir etkiyi, uzamsal derinlik ile de sağlamayı amaçlamakta. Tabi bu etki, yarattığı çok boyutlulukla birlikte izleyene de bir duyumsama özgürlüğü sağlaması bakımından heyecan verici.

Deniz Sağdıç, “REPEAT AGAIN”, 2015, tuval üzerine yağlıboya, 120x140 cm. 

H.Ö.- Bu sergi, aynı zamanda Mine Sanat Galerisi ile ilk çalışma ortaklığın olacak.
D.S.- Bir sanatçının, düşünsel olarak, zaman ve mekan zemininde kurmayı amaçladığı ilişki, öncelikle bu mekanın fiziksel özelliklerini çağrıştırsa da, mekanın kurumsal bağlamda ortaya koyduğu imge, duyusal ilişkinin çok ötesinde anlamları meydana getiriyor. Bahsettiğim anlamda, çalışmalarımı sergileyeceğim alanın, mekanı da aşan, Mine Sanat kimliği; bu sergiyi bambaşka okumalara taşıyor. Mine Sanatın neredeyse benimle yaşıt, 30. Kuruluş yıldönümünü kutladığı bir dönemde, bu projeyi yapabiliyor olmak benim için gurur verici. Özellikle Mine Sanat Galerisi’nin 30. Kuruluş yılı nedeniyle hayata getirilen üç ciltlik arşivsel yayın, 30. Yıl sergi ve belgeseli sayesinde tekrar hatırlama fırsatı bulduğumuz bu köklü ve başarılı geçmişin, Türk sanatına katkılarını düşündüğümde bir sanatçı ve sanatsever olarak bende yarattığı duygunun tam karşılığı; minnettarlık. Bu anlamda çoğu zaman birçok tartışmaya konu olan özel sanat galerilerinin, özellikle bizimki gibi görsel sanatlarla çok geç tanışmış ülkelerde bir sanat ortamının oluşmasındaki katkılarını göz ardı etmemek gerektiğine inanıyorum. Bu sergi vasıtasıyla Mine Sanat ailesinin bir parçası olacağım için mutluyum.


Deniz Sağdıç Atölyesinde.
BİLGİ İÇİN
Mine Sanat Galerisi | Mine Art Gallery
Merkez / Centre: Teşvikiye, Poyracık Sok. No:1/1 Yasemin Apt. D:5 Nişantaşı/İstanbul
Şube / Branch: Yalıkavak, Palmarina No: D105 Merkez Mah. Çökertme Cad. Bodrum / Muğla
T&F: +90(212) 232 38 13 | info@minesanat.com | www.minesanat.com

DENİZ SAĞDIÇ (Mersin, 1982)                                                                                                 
-Doğuş Üniversitesi, Plastik Sanatlar Yüksek Lisans Programı
(Başarı Burslu ile kabul) (2013 -2015)
-Mersin Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü
(Fakülte Birinciliği) (1999-2003)

KİŞİSEL SERGİLER:
“TİN”, MİNE SANAT GALERİSİ – BODRUM 2015
“TİN”, GÜNEŞ SİGORTA SANAT GALERİSİ – İSTANBUL 2014
“KADIN: MÜLK”,  RENART GALERİ – İSTANBUL 2014
“KADIN: MÜLK”, İŞ SANAT – İZMİR 2013
“DÜŞ VE GERÇEK”, PİNELO GALERİ – İSTANBUL 2012
“DÜŞ VE GERÇEK”, GAMA GALERİ –  İSTANBUL 2011

KARMA SERGİLER:
“MOONLIGHT I” NK Gallery – WASHINGTON 2015
“MADDENİN HALLERİ III” Armaggan Galeri - İSTANBUL 2015
“GİYİLEBİLİR SANAT” Summart Galeri -  İSTANBUL 2015
“NEW YORK  ARTEXPO 2015 – NK Gallery  – NEW YORK 2015
“SİVİL TOPLUM İÇİN DİYALOG” Uluslararası  Plastik Sanatçılar Derneği – İSTANBUL 2015
“KYOTO ART QUAKE 201- Kyoto Bienali – JAPONYA 2015
“SİVİL TOPLUM İÇİN DİYALOG” Pamukkale Üniversitesi – DENİZLİ 2015
“KURDELE” Galateart Galeri – İSTANBUL 2015
“AŞK’A RANDEVU” Tarihi Havagazı Fabrikası Kültür Merkezi – İZMİR 2015
“SİVİL TOPLUM DİYALOĞU İÇİN SANAT”, Çalıştay – DENİZLİ 2015
“TABOO”, İŞ SANAT – İZMİR 2015
“İKLİM DEĞİŞİMİ”, Bozlu Art Project – İSTANBUL 2014
“PEKER SANAT”, Karma Sergi – ANKARA 2014
“EGEART”, Karma Sergi – İSTANBUL 2013
“ALL ARTS İSTANBUL”, Meriç Aktaş Art – İSTANBUL 2013
“DİNAMO 1 Genç Sanatçılar”, Swiss Otel – İZMİR 2013
“KAV GENÇ SANAT” Karma Sergi – ANKARA 2012
“TÜYAP ARTIST 2012”, Meriç Aktaş Art – İSTANBUL 2012
“DÜŞ VE GERÇEK”, Karma Sergi, Galeri Miz – BODRUM 2012
“CONTEMPORARY İSTANBUL 2011”, Galeri Baraz – İSTANBUL 2011
“TÜYAP ARTİST 2011” Galeri Baraz – İSTANBUL 2011
“SUMMER LOVE II” Karma Sergi, Ekavart Galeri – İSTANBUL 2011
“KAĞIT İŞLER” Karma Sergi, Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği – İSTANBUL 2010
“1968’in 40. yılı: Bir Rüzgarın Arkeolojik Kazısı”, Çankaya Belediyesi  – ANKARA 2009
“1968’in 40. yılı: Bir Rüzgarın Arkeolojik Kazısı”,  Piramit Sanat  –  İSTANBUL 2008
“ROMANTİZM” Karma Sergi, Bahariye Sanat Galerisi  –  İSTANBUL 2005
“4TH STREET ART”, Performans, Beyoğlu – İSTANBUL 2005
“SUMMER \ YAZ” Karma Sergi, Bahariye Sanat Galerisi  –  İSTANBUL 2005
“MONALİSTANBUL” Karma Sergi, Çekirdek Sanat Galerisi  –  İSTANBUL 2005
“ŞEFİK BURSALI RESİM YARIŞMASI” (Sergileme) – ANKARA 2004
“NURSEREN TOR ATÖLYESİ” Karma Sergi – MERSİN 2003
“Marmara Üniversitesi 3. Uluslararası Öğrenci Trienali” – İSTANBUL 2003
“30. Uluslararası Silifke Kültür Haftası” Karma Sergi – MERSİN 2003
“Hilton Oteli Karma Resim Sergisi” – MERSİN 2003
“Mersin Üniversitesi Geleneksel 3. Resim Yarışması” (Mansiyon Ödülü)  – MERSİN 2003
“Gaziantep Resim - Heykel Bienali”  – GAZİANTEP 2002
“Mersin Üniversitesi Geleneksel  2.  Resim Yarışması”  (Seçici Kurul Özel Ödülü) - MERSİN  2002
“Tarihi Mersin”  Baskı Resim Sergisi – MERSİN 2002
“1. Antalya Uluslararası Resim Festivali”  – ANTALYA 2002
“Çukurova Üniversitesi 10. Bahar Şenliği” Karma Resim Sergisi – ADANA 2001

“Mersin Üniversitesi Geleneksel 1. Resim Yarışması  (Mansiyon Ödülü)” – MERSİN 2001

20 Mayıs 2014 Salı

AHMET YEŞİL: “GÖRSEL OLAN SATAŞIR, ÖRTER VE ESTETİK AKLIN DUYARLIĞINA YERLEŞİR”



Ahmet Yeşil’in resimlerine ilk baktığınızda onun imzası haline gelen deniz-gemi halatı ve makara ipliklerini görürsünüz. Sonraki bakışlarınızda bu ipler sizi görsel bir şölenin içine çeker. Resimler size sataşır, tüm benliğinizi sarmaya başlar ve aklınızda siz ne görmek isterseniz o imge, o görsel lezzet kalır. Ressam Ahmet Yeşil, “Görsel Dokunuşlar” ismini verdiği 100. Kişisel sergisiyle Oberhausen Sarayı Ludwig Galeri Panorama Salonu’nda sanatseverlerle buluşuyor. Sergi, 24 Ağustos 2014 tarihine kadar izlenebilir.     

RÖPORTAJ: ÜMMÜHAN KAZANÇ

Sayın Ahmet Yeşil, 100. Kişisel serginiz olması sebebiyle özel bir anlam taşıyan “Görsel Dokunuşlar” serginiz, Almanya’nın Oberhausen şehrindeki Oberhausen Sarayı Ludwig Galeri Panorama Salonu’nda 4 Mayıs’ta açıldı ve 24 Ağustos 2014 tarihine kadar devam ediyor. Siz de açılışa katıldınız. Bize biraz açılış atmosferini ve izleyicilerin tepkilerini anlatabilir misiniz? Siz neler hissettiniz?
4 Mayıs’ta belirtiğiniz mekan da sergimin açılışında ki atmosferi anlatmak çok zor. Her yeni sergide yaşanılan heyecanın, coşkunun, endişenin -tabi bu endişe bir korkma, ürkme ifadesi değil- 100. sergimin önemli bir sanat mekanında olması durumu diye bilirim.

Sizin sergi açtığınız mekanın bir diğer galerisinde usta sanatçı Andy Warhol’un da sergisi vardı. Afişleriniz yana yana Almanya sokaklarında yer aldı. Nasıl bir duygu?
Evet, sergimin açılışına giderken; mekanın dışında, yollarda ve iç açık alanında Andy Warhol afişleri ile yana yan asılmış görünce çok mutlu oldum. Sanat tarihinin bu çok önemli sanatçısının sergisi ile benim sergimin bulunduğu mekanlar karşılıklı, aynı galeriye ait iki bina içinde olması onur verici. 100. Sergimin yanı sıra 34 yıllık sanat yaşamımın en önemli ödülü gibi bir duyguyu hissettirdi.

“Görsel Dokunuşlar” seriniz ile ilgili kaleme aldığınız metinde şu cümleleriniz dikkat çekiyor: “Sanatın yarattığı estetik/plastik değerler, dünyaya yansıyan bir atmosfer kurar. Gündelik yaşama kilitlenmiş insanların da, belki hiç ilgilenmedikleri bu yansımaların içinden geçmesi kaçınılmazdır; çünkü görsel olana bakmanın ötesindeki görme biçimi, yaşamı algılayan aklın görsel dokunuşlarıdır. Onları hiç istemese de yakalar, emerek içine soğurur ve beklemediği birileriyle ortak algıya zorlar.” Bu söyleminiz sizin eserlerinizi çok iyi tanımlıyor. İzleyicinin bu görsel dokunuşların içine girmemesi imkansız. Eserlerinizin yıllardır keyifle izlenmesinin en önemli sebeplerinden biri bu olsa gerek. Bu söyleminize neler ekleyebilirsiniz?
Esasında cevap da bu sorunun içinde. Bunu biraz açarsak; günümüzde gelişen teknoloji, getirdikleri ve götürdükleri ile görsel, yazınsal ve sanal sosyal iletişim kanalları yoluyla hazır davetli izleyici ile yaşamın günlük akışı içinde, hazırlıksız izleyici farkında olsa da olmasa da görsel olana dokunarak yaşamın akışı içinde buluşturuyor. Akar olan her şey kendi yatağını da geliştirerek yapar ki, buna eğitimi sanatın evrensel gücünü katmalısınız. Katamasanız yerel kalırsınız. Sergimin açılışında, sanatçı toplumundan sanat toplumunu yaratmış bilinçli bir izleyici topluluğu vardı, görsel olana dokunabilen, soran, sorgulayan izleyici karşısında siz de kendi gardınızı güçlü kılabilmek için bir sanatçıda olması gereken bilgi ve sanatınıza ait dilin söylemi içinden güçlü olarak izleyiciye dokunuyorsunuz. İzleyicin donanımı da size katkı sağlıyor.

“Görsel Dokunuşlar” serinizde daha önceki çalışmalarınızdan farklı olarak kusursuz iplik-halat kurgusunun içinden fırlamaya başlayan daha soyut imgeler görüyoruz. Yeni bir içsel patlamanın mı işaretleri bu görsel dokunuşlar?
Evet, kendi içinde bir dönemi oluşturan bir konseptin tüm tematik simgeleri dışlayarak, dış dünya ile plastik değerlerle soyut bir dil üzerinden görsel dokunuşlardır yaratmaya çalıştığım.

Sanat yaşamınızın en başından buyana, deniz-gemi halatı ve makara iplikleriyle görsel bir şölen sunuyorsunuz. Belli ki bilinçaltınıza yerleşen bu imge, sanatsal bir ifade aracına döndü ve sizin imzanız haline geldi. 100 kişisel sergi açtıktan sonra bu sanatsal objenin yerine, başka bir şey kullanmayı hiç düşündünüz mü?
Benim sanat serüvenimi yakından izleyenler, siz de bilirsiniz, kendi içinde zaten sürekli yeni dönemleri olanı, üreterek dönem geçişlerini görebilirsiniz. Her sanat yapıtının, yaratıcısına ait bir ifadenin anlamsal değeri üzerinden çalışan bir dışavurumu olduğunu söyleyebiliriz. Kendinize ait boşluklar üzerinden içe ve dışa dönük sorular sormaya başladığınızda yapıtın tüm boşluklarını semantik olarak doldurmaya başlarsınız. Sonrasında bilinç ve bilincin spontane refleksleriyle ortaya çıkan sanatsal edim, plastize edilmiş bir ifadenin resmi araçsallaştırması suretiyle bir tür dile dönüşür. İşte bu dil, sanat olması bakımından resmin, kendi olanağında karşıma çıkardığı yeni keşif mecralarının olasılıklar alanıdır. Yani birinin anı defterini okumaya başladığınızda her günün farklı izlerini görürsünüz, ama defter tümüyle kişinin kendisine aittir.

Bu serginiz ile birlikte birçok yeni sergi teklifi daha geldiğini duyduk. Önümüzdeki günlerde sizin eserlerinizi hangi ülkelerde göreceğiz?
Yurtdışında Almanya Oberhausen’de Ludwig Müzesi’nde 4 Mayıs-24 Ağustos 2014 tarihleri arasında, üç ay sürecek bir kişisel sergim var.
2015 yılında, Galeri Daniel Besseiche ile Cenevre ve Paris galerilerinde iki sergi düşünülüyor.
2014 yılında Aralık ayında Paris Carrousel du Louvre Müzesi’nde S.N.B.A. Salon Sergisi var.
2 Ekim - 2 Kasım 2014 tarihleri arasında Lüksemburg’ta karma bir sergiye katılıyorum.
Ekim 2014’te Düsseldorf’ta bir sergi için görüşmeler devam ediyor.
Yurtiçinde ise İzmir’de 1 Kasım 2014’te Ekol Sanat Galerisi’nde bir sergi ve Tüyap Sanat Fuarı’nda Galeri Soyut’la birlikte bir karma sergi projem mevcut.


Bilgi için: www.ahmetyesil.com

25 Ekim 2013 Cuma

AHMET ELHAN: “Asıl gerçek, gerçeğin ne olup olmadığı sorusudur.”

Ahmet Elhan fotografik görüntülerinde zaman ve mekan kavramı ile ilgili ciddi tartışmalara giriyor, bu ilişkiyi kurcalıyor, irdeliyor, parçalıyor ve sonra tekrar birleştiriyor. Bu sorgulamanın altında yatan asıl gerçek ise Elhan’ın sanat tanımına göre gerçeğin ne olup olmadığı sorusu.

Fotoğraf: Ahmet Elhan, “Yerler (Ayasofya3)”, 2008, (© Ahmet Elhan).

RÖPORTAJ: ÜMMÜHAN KAZANÇ

Sayın Elhan, Grafik Tasarım ve Sinema eğitimi aldınız. Gerçi hepsi birbiri ile ilgili alanlar ama fotoğraf sanatı ile devam etmeye nasıl/niçin karar verdiniz?
Aslında karar değişikliği olmadı. Ben lise yıllarında fotoğrafla ilgilenmeye başladım, sonra eğitimimi bu alanda yapmak istedim. Malum sınavlar ya da sistem sizi bir üniversiteye yerleştiriyor. Üniversite sınavı sonucunda Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girdim. Fakat ben illaki güzel sanatlar okumak istiyorum ama fotoğraf, sinema bölümü yok. Fotoğraf ile uğraşabileceğim en yakın alan ne diye sorduğumda bana grafik tasarım ve tekstil dediler. Tekstil alanında fotoğraf daha çok kullanılıyor. Ama direkt fotoğraf derslerinin olduğu bölüm grafik tasarımı dediler, ben de o zaman grafik bölümünü seçtim. Grafik bölümünü seçme nedenim fotoğraftır. Fotoğraf bölümü olsaydı seçerdim fakat bugün iyi ki yokmuş diyorum çünkü başka disiplinlerde yetişip diğerinden destek almak çok yararlı. Sonra da sinema şöyle gelişti. Grafik tasarımı bölümünde okurken, o sıralar seri fotoğraflar vardı, kabaca fotoroman gibi diyebiliriz. O zaman kavram denmezdi, bir konu etrafında 6-10 fotoğraf çekilir ve bir şey anlatılırdı. Bunlar ilgimi çekmeye başladı. Bu öyküleme aynı zamanda bir film mantığı da güdüyor. Bir de grafik tasarımında canlandırma (animasyon) dersleri vardı. Bir yandan da İstanbul’daki kültür sanat merkezlerinde çok film izliyordum. Hatta benim bitirme tezim yine bir film story board’uydu. Sonra da sinema alanında yüksek lisans yaptım.

Fotoğraf serileriniz üzerinden sizin sanatsal gelişiminize bakmak isteriz. “İkiler”, “Zaman Mekan”, “Manzaralar”, “Yerler” olarak gruplandırabileceğimiz bu serilerinizde sizin fotoğraf-sanat ilişkinizi nasıl okumalıyız?
Belki kaba dönemsellikten bahsedebiliriz. Daha öncede başka serilerim var. Ben serilerle çalışmakta şöyle bir yarar buldum. Bu benim kişiliğime daha yatkın. Hem aldığım eğitimler hem de çalıştığım alanda, hem tasarım hem sinema hem de fotoğraf yaptığım için, bir alandan diğerine sürekli geçiş yapıyorum. Fotoğraf serisi de olsa bir alanda kendimi tatmin edemiyorum. Birkaç şeyi aynı anda yürütüyorum. Bu serilerde de bazen biri durur, diğeri daha öne geçer. Uzun zamandır özneli, figürlü işlerim ortalarda yoktu. Şu anda bu konu ilgili bir seri üzerine çalışıyorum. Her bir seri bir diğerinden besleniyor. Bir seri üzerine çalışırken yeni bir şey öğrendiğimde diğer seriye uygulayabiliyorum. Bir yandan da insanın deneyselliğini geliştiriyor. En çok buna önem veriyorum. Ben kendi sanatım için söylüyorum, bir imza olmak bana bir dezavantaj gibi görünüyor. Kemikleşmiş hemen tanınabilen bir imza olmayı iyi görmüyorum. Ama onun genelinden bir sanat toplamı çıkartmak bana ilginç geliyor.

“Yerler” serisi ile fotoğrafta farklı bir boyuta geçtiğinizi görüyoruz. Burada devreye fotoğraf ve yoğun teknoloji birlikteliği giriyor. Bu değişikliği nasıl açıklıyorsunuz? 2007 yılından bu yana geliştirerek bu seriye devam ediyorsunuz. Sizin dünyaya ve sanata bakış açınızı bu serinin en iyi şekilde anlattığını söyleyebilir miyiz?
Sanata ve dünyaya bakış açımı bu serinin en iyi yansıttığını söyleyemeyiz. Az önce de izah etmeye çalıştığım gibi bu benim bir parçamı teşkil ediyor. Diğerlerinin toplamından belki bir bakış ortaya çıkabilir. Bu yerler serisinin başlangıcının aslında dijital sanat ile hiç ilgisi yok. İlk örnekler film olarak yapıldı. Buradaki dijital bir kolaylaştırıcılık, hızlandırıcılık. Bir de maliyeti düşürüyor ve anında görebiliyorsunuz. Film çekmek, onları banyo etmek ve basmak çok uzun ve gereksiz bir süreçti bu iş için. Dijitalin böyle katkıları oldu. Zaman içinde tabii ki bir seri ile uğraşırken baştaki prensiplere bağlı kalarak ilerlemiyorsunuz, yaptıkça yeni şeyler keşfedip değiştiriyorsunuz. Şimdi dijital, renkleri düzenleme, kompozisyondaki kimi şeylerin yerlerini değiştirme gibi konularda bana müthiş yarar sağlıyor. Ama elimden tüm imkanlar alınsa, ben bu işlemi filmle de yapabilirim.

Fotografik görüntülerinizde zaman ve mekan kavramı ile ilgili ciddi tartışmalara giriyor, bu ilişkiyi kurcalıyor, irdeliyor, parçalıyor ve sonra tekrar birleştiriyorsunuz. Bu sorgulamanın altında yatan itici güç ya da asıl gerçek nedir?
Asıl gerçek, gerçeğin ne olup olmadığı sorusudur. Sonuçta bütün bu yaptıklarımız bir sorgulama. Herkes çeşitli biçimlerde sorgulama yapıyor. Benim sanat tanınım içinde de benim yaptığım sorgulama yer alıyor. Zaman ve mekan her birimizin kendi algısına göre şekillenen bir kavram ikilisi değil. Tam tersine zaman ve mekan büyük ideolojiler tarafından bize empoze edilen kavram ikilisi. Fotoğraf kendisi araç olarak, bir görüntü olarak tam da 19. yüzyılın başında bu zaman mekan kavramının yeniden anlamlandırıldığı bir dünyada ortaya çıkmış bir buluş. Çok uzun zamandır gelmekte olan bir düşüncenin teknikteki bir uygulaması. Dolayısıyla fotoğrafı ben paramparça etmeyi, oradan alıp buraya yapıştırmayı bir görsel oyun olarak algılamıyorum, öyle kurmuyorum. Bunların her birini bütünsel zaman, geri dönüşlü zaman, sarmal zaman gibi her anlayışın zaman-mekanı yorumlamasını ele alarak onu parçalarına ayırıyorum. Sonra tekrar birleştirme işi biraz da bakan tarafından çözümlenebilecek bir durum haline geliyor. Ben bir sorunu ele alıp kendimce ona yeni sorular ekleyerek ortaya bırakıyorum. Ama bunun bir felsefi metin eşliğinde, bir bilgi kanonu şeklinde ortaya çıkmasını hiç hedeflemiyorum. Çünkü sonuçta ben bir biçim ile uğraşıyorum. Bu biçimi kurmaya çalışıyorum, o biçimin kendi dilini bulmaya çalışıyorum. Benim işim biçimle. Ben sözel bir sanatçı değil, görsel bir sanatçıyım.

Fotoğraflarınızda benim en çok dikkatimi çeken insan ya da figür öğesinin olmaması. Bu yaklaşımınızı nasıl açıklayabilirsiniz? Gerçi 1993 yılında çalıştığınız “F/Otoportreler” seriniz var ama orada da portreler zamansız ve mekansız…
Zaman ve mekanın içinde her şey eriyor. Aslında onun içinde var oluyoruz, yani üçüncü ve dördüncü boyutun içinde yaşamı kurabiliyoruz. Tek ve iki boyut sadece teoride var, uzayda hiç iki boyutlu bir şey yok, her şeyin mutlaka bir derinliği var. Yaşamımız, bütün düşünce kalıplarımız üçüncü ve dördüncü boyut içinde şekilleniyor. Zaman ve mekanı bir üst kavram olarak koyup, altında el verdiğince onun belli dallarına eğiliyorum. Oralarla ilgili sorular soruyorum kendime. Ama dediğim gibi kimi zaman insan; geri gidiyor, kimi zaman öne çıkıyor. Sizin sadece kavramlarla alışverişiniz değil, aynı zamanda yaptığınız işin, o biçimin sizi sürüklediği yerler de var. Portre çalışmalarım çok var ama çok göstermedim. Sokaklarda gezinip çok fotoğraf çekerim ama o çalışmaları göstermedim. Ayna kuramı benim sanat tanımım içinde en altlarda yer alır. O yüzden de bu çalışmalarımı çok sergilemedim.

Biraz da kullandığınız teknik hakkında bilgi almak isteriz. İstediğiniz görüntüyü yakaladıktan sonra iki boyutlu işler haline gelen kadar hangi süreçlerden geçiyorlar?
Birinci aşaması bir mekanın bana biçimsel olarak hitap etmesidir. Yani mimarinin bazı özelliklerinin olması, bu özelliklerin benim istediğim şeye, işime hizmet etmesidir. İkinci aşama orada bir noktanın saptanın, soldan sağa, yukarıdan aşağıya, beş derecelik açılarla çekilmesi. Sonra bu görüntülerin hepsinin bilgisayar ortamında yan yana yapıştırılması. Çünkü binlerce fotoğraf karesi var. Bunlar herhangi bir görüntü işleme programı yardımıyla çoğaltılıp, dizilmiyor. Her biri tek tek çekim. Bu görüntü ortaya çıktıktan sonra bunun üzerinden tekrar değerlendirme yapıyorum. Nereleri açacağım, nereleri koyultacağım, nereleri öne çıkartıp ya da geriye çekeceğim ona karar veriyorum. Şimdilerde ise bu bütünlüğü de parçalıyorum, şimdiye kadar gördükleriniz parçalı bir bütünlük gösteriyor fakat yine de bir akışkanlığı var. Ama yeni işlerimde bu da ortadan kalkıyor, bunları dikey şeritler halinde parçalayıp, yerlerini de değiştiriyorum. Bu sefer tamamen başka biçimler oluşturmaya çalışıyorum. Var olan bir mimariyi zaten başka bir hale getiriyorum, sonra kendi getirdiğimden de sıkılarak onu da daha başka bir hale getiriyorum.

Bir çalışma için kaç görüntü çekiyorsunuz?
32x72, yani 2.300 tane.

Genelde görüntü kaynağınız İstanbul ve İstanbul’daki mekanlar. Nedir sizin için İstanbul’u özel kılan? Ama biz izleyicilerin İstanbul ile ilgili perspektif ve manzara algımızı bozuyorsunuz ve yeniden kurmamızı istiyorsunuz.
İstanbul yaşadığım yer. Bu perspektifi bozmayı özellikle istiyorum. Çünkü fotoğraf tamamen perspektifizm ideolojisine bağlı hareket ediyor. Tek bir kaçış noktası prensibine göre hareket ediyor. Böyle bir şey olduğu zaman da o materyalin başka nereye doğru gideceğini fotoğrafçı araştırmıyorsa, çok kolay bir şey yapıyor. Çünkü objektifin önünde cereyan emekte olanları çekiyoruz. Öykü ile hikayenin tatları ile uğraşıyoruz. Sonra da o hikayenin tatlarındaki çeşitli dozlara göre kendimizi yine kendimiz öncü, muhalif, gerici, tutucu, modern gibi tanımlıyoruz. Aslında hepimizin yaptığı aynı aletle, aynı beyinle bakmak. Fakat sonra kendimize belli kisveler giydirmek, belli roller biçmek. Ama sen aynı dille konuşuyorsan, ben seni bir diğerinden nasıl ayırt edebilirim. Ya da sen kendini nasıl farklı olarak lanse ediyorsun? Reklamcılık dünyasında bu oluyor, şu anda yaşadığımız çağ öyle bir şey. Sen kendini nasıl tanımlıyorsan, öyle kabul ettiriyorsun. Halbuki böyle bir şey yok. Fotoğrafta da tek bakış, tek kaçışlı bir objektif merkezinden hareket edilen perspektif, fotoğrafın en kısıtlayıcı yönü. Tabii bu tek noktadan bakma ile ilgili anlayış sadece fotoğraf ile kısıtlı kalsa ne kadar iyi. Şimdi günümüz resminde de aynı şeyi görüyoruz. Günümüz resmi tamamen öykü anlatıyor, fotoğraftan hareket ediyor ve sürekli olarak da baktığını resmetmeye yöneliyor. Sanat natüralist olarak hareket ediyor ve bunu matah bir şey olarak sanıyor. Çünkü şöyle bir yanılgıdan hareket ediyoruz: hayatın her değerinin şu anda kutsal olduğunu düşünüyoruz ve bunu sorgulamaya hiçbir şekilde kalkmıyoruz. Sanatı da hayatın emrinde, onu destekleyecek, reklam, eğlence sektörü gibi bir alan olarak algılıyoruz. Ben bunu anlamıyorum! Çünkü sanatın hemen algılanması gerekir! ‘Anlamıyorum’u olumlu anlamda kullanmıyorlar. Küçümsemek, reddetmek, dışarıda bırakmak için kullanıyorlar. Çünkü siz doğuştan bunu anlayabiliyorsanız, bu doğru olandır! Bu sadece sanat ile ilgili değil, bütün diğer davranış biçimlerinde, aidiyet tonlarında da aynı şey var. Bu toprağın kültürü örneğin… Bunların hepsi verilmiş kodlar ve bu kodlara göre hareket etmek zorundasınız. Siz bu kodların dışında bir şey söylemeye başladığınızda önce önemsenmiyorsunuz, sonra da daha fazla ileri giderseniz üzerinize gelinir. Bütün bu büyük öncülük, muhalefet, çağdaşlık, ilericilik, demokratlık söylemleri aslında çok büyük bir tutuculuğu ve kitlesel körleşmeyi gizliyor.

Genç fotoğraf tutkunları ile seminerler ve workshoplar aracılığıyla bir araya geliyorsunuz. Bir ara Sabancı Üniversitesi’nde konuk sanatçı olarak bulundunuz, Akbank Sanat’ta, Yıldız Teknik Üniversitesi’nde seminerler verdiniz. Türkiye’de sanat fuarlarına katılıyorsunuz. Bu süreçte gençlerin dijital sanata ya da dijital fotoğrafa yaklaşımı konusunda neler söyleyebilirsiniz? Fotoğrafta geleneksele mi yoksa çağdaş, kavramsal işlere mi daha yakınlar?
Gençlerin işi zor. Bir konuda derinleşmek için çaba göstermeleri gerekir ama içinde bulundukları dünya, içine doğdukları çağ, öyle bir şeyi hiç de ödüllendirmiyor. Hazır kalıplarla davranmak çok kolay, kısa yollar çok moda. O zaman o hep birbirinin aynısı olan bir dizi insan çıkıyor. Bu kısa temaslarımda gençlere anlatmaya çalıştığım şey sizinle konuştuğumuz şeylerin daha genişletilmiş halleri. Başka bir şeyler de olabileceğini, soru sormanın, sorgulamanın kötü bir şey olmadığını, muhalif olmanın başka türlü bir muhalefet olduğunu da anlatmaya çalışıyorum. Ama nereye varacağımızı ileride göreceğiz.

Diğer sanat dalları için de çok önemli fakat fotoğrafta edisyonunun önemi daha da çok ortaya çıkıyor. Bu işi Türkiye’de en profesyonel olarak ele sanatçılardan biri olarak “fotoğrafta edisyonunun önemi” konusunda neler söyleyebilirsiniz?
Çoğaltılabilir sanat yapıtlarından en yaygını fotoğraf ve baskı. Son 10 yıldır, fotoğraf, sanat alanında ne yaptığını kendi kendine daha çok tartışmaya başladı. Ondan önce fotoğrafın medium olarak ortaya çıkışı hiç kuşkusuz tekrarlanabilir olması nedeniyleydi. Çünkü baskı sanatlarında belli bir edisyondan sonra kalıp bozulur ama negatif bozulmaz. Her baskı yaptığınızda, belli bir noktadan sonra kalıp aşınır ve artık iş üretemez hale gelirsiniz. Oysa fotoğrafta negatif ile istediğiniz kadar baskı yapabiliyorsunuz. Bu sanat için düşünülmüş bir şey değildi, bu bir iletişim ortamı olduğu için, sınırsız sayıda çoğaltılması onun bir özelliğiydi. Onu sanat alanına çektiğinizde işin rengi değişti. Sanatta genellikle biricik olma prensibinden hareket ediliyor. Benim ‘Yerler’ serisinde çoğu baskı tektir. Bazı siyah-beyaz çalışmalarım üç edisyondur.

Son olarak yakın gelecekteki projelerinizi öğrenebilir miyiz?
Şubat ayında, bir ressam arkadaşım ile birlikte aynı yüzeyde çalıştığımız eserlerden oluşan bir sergimiz var. Ressam Esat Tekand ile birlikte çalıştık. Daha önce Fatma Tülin ile sergi açmıştık. Şu anda figürlü fotoğraflarım ile ilgili çalışmalara biraz ağırlık verdim ve sanırım bu yıl içinde bir açacağım sergi ile “Özne-Nesne” serisine yeni bir halka eklenmiş olacak. ‘Manzaralar’ serisine de çalışmaya devam ediyorum.


Yazı Artam Global Art & Design Dergisi’nin 16. Sayısında yayınlanmıştır.