|
Temür Köran.
|
Çağdaş
Türk figür resminin en güçlü isimlerinden Temür Köran’ın Mayıs 2017 tarihinde Evin
Sanat Galerisi’nde düzenlendiği “Göç” isimli 20. kişisel sergisi için ArtUnlimited
dergisinin web sitesi için gerçekleştirdiğimiz röportajı arşivde bulunması
amacıyla bloğumda da yayınlıyorum.
Köran’ın
cesur renk kullanımının öne çıktığı tuvallerinde desen ve yaratıcılık, ritim
duygusunu harekete geçirirken çok katmanlı bir görsellik oluşturuyor. Sanat
tarihinden referanslar içeren resimlerine, renk katmanlarıyla örülmüş
soyutlamalar eşlik ediyor.
RÖPORTAJ: ÜMMÜHAN KAZANÇ
Sayın Temür Köran, ‘Göç’ bugüne kadar
çoğumuz için tarih kitaplarında okuduğumuz ya da belgesellerde izlediğimiz, bir
grubun ya da toplumun zorunlu nedenlerden dolayı anavatanını terk etmesi olarak
bildiğimiz bir olguydu. Oysa son iki üç yıldır bir insanlık dramı tüm dünyanın
gözleri önünde gerçekleşiyor. Özellikle Türkiye sınırları içinde, denizlerinde
akıl almaz olaylara şahit oluyoruz. Siz bir sanatçı olarak hangi noktada ve
açıdan ‘Göç’ olayını tuvallerinize aktarmaya karar verdiniz?
Göç
meselesine insan ekseninden baktım tabii ki. Göç, insanlık tarihi kadar eski.
Fakat bugün bizim yaşadığımız, yakın komşumuzun başına gelen ve son iki üç
yıldır etkilendiğim göçten bahsediyorum. Tabii ki çok hoş olmayan bir durum.
Geçmiş ile gelecek arasında sıkışıp kalmak, gerçekten insanının kaderinin
elinde olmadan değişmesi, bir bakıma çaresizlik ve hele de aileniz,
çocuklarınız varsa onlara karşı kendinizi yetersiz hissetmeniz, insanın başına
gelebilecek en kötü durumlardan biri. Fakat biz iç politikada güncel sorunlarla
uğraşırken ya da kendi derdimize düştüğümüz için bu dramı yavaş yavaş fark
etmeye başladık. Ben, Aylan bebeğin cansız bedenini sahilde gördüğümde ekranın
karşısında hüngür hüngür ağladım. Bana ne oldu da beni neremden yakaladı? Sanki
elmas pençeli bir kartalın böğrümü tutup öyle kala kalmam gibi bir şey oldu.
Kendimi hem suçlu hem de bu yaşanan trajedinin bir parçası gibi hissettim. Neyi
yapıp neyi yapamayacağımı da bilen birisiyim. Hiçbir zaman göçmen bürosunda
gidip pratikte neler yapabileceğime dair bir adımım olmadı ama bu konuda
duygularımı ifade edebileceğim en azından alanım var. Bu beni tetikledi.
Başlangıç Aylan Bebeğin dramıydı. Sanırım bu olay 2015 yılında oldu. O yıl Tüyap
Sanat Fuarı vardı ve mültecilerle ilgili ilk eserimi orada sergiledim. ‘Mülteciler’
isimli triptik çalışmam ‘Göç’ konusunun siyasi ayağı. Biliyorsunuz mülteciler
hukuki haklarını 1951 Cenevre anlaşması ile kazanıyorlar.
|
Temür Köran, “İsimsiz”, 2017, tuval üzerine yağlıboya, 120x140 cm.
|
Sergi kataloğunda ‘Göç’ konusuna bakışınızı
şöyle açıklıyorsunuz: ‘Göç, sizi ait olduğunuz topraklardan zorunlu olarak
kopartıp yeni coğrafyalara sürüklemekle kalmaz, aynı zamanda geçmiş ve gelecek
arasında (bir nevi arafta) tutmaya mahkûm eder.’ Sanırım bu cümleler serginizin
ana fikrini de ortaya koyuyor. Bu bağlamda bu sergide yer alan eserlerinizi
nasıl tanımlarsınız?
Bizim
1960’lı yıllarda Almanya’ya işçi göçümüz var. Bu insanlar oraya belli bir amaç
ve hedefle gittiler. Bir beklentileri vardı. Oysa buradaki göç, tamamen
bilinmezliğe açılan bir yol. Bıraktığın bir geçmişin var ve bilmediğin bir
geleceğe doğru gidiyorsun. ‘Ne olacağım?’ sorusu gerçekten çok önemli. Bu
bilinmezlik beni en çok rahatsız eden tarafı. Göç konusunda bir uzman değilim
ama bunu ancak görsel olarak anlatabilirim. Benim ifade biçimim böyle. Bunu
kelimelerle belki bir şair, bir yazar çok daha iyi anlatabilir.
O zaman sizin görsel ifade gücünüz
üzerinden devam edelim…
Bundan
önceki sergim ‘Seyir’de de ‘yolculuk’ teması vardı. Ondan önce ‘Göçebe Bellek’
sergim vardı. Aslında ben yıllar içerisinde bu kavram ve temalar etrafında
pervane oluyormuşum. Seyirdeki maksat,
belli bir yerden bir yere belli bir amaç ile gidersin. Belli bir hedefiniz
vardır. Ama burada öyle değil. Resimlerimde bugüne kadar konu hiçbir zaman
resmin önüne geçmemiştir. Hep plastik meseleler ve resmin bize söylediği
şeylerin açık yapıt halinde olması durumu yani belli bir duyguyu katı gerçekliği
ile değil, tem tersi o resme her bakan izleyicinin kafasında yarattıklarıdır.
İlk defa bu sergimde temayı biraz ön planda tuttum. Belki de serginin cazibesi
buradan geliyor. Konuyu bir tarafa bırakıp resimler üzerinden konuşursak, biz
akademide ağır bir eğitim aldık. Mezun olduktan sonra ‘acaba ben resimlerimden
figürü çekersem hala resim yapabilir miyim?’ sorusunu sormaya başladım. Ben ne
zaman resim yapsam hemen klasik bir figür ile başlardım. Sonra figürü çıkarınca
enteresan bir şey oldu. Bu sefer Doğu sanatına bakmaya başladım. Orada da özellikle
Matrakçı Nasuh ve Levni üzerinde yoğunlaştım. Ve onların peyzaj anlayışı ve
figürü ele alışları tamamen Batı’dan farklı. Kompozisyonları hiyerarşik.
Figürlerin sınıflarına göre boyutlarını belirlediklerini fark ettim. Yani
hiyerarşik bir perspektif kullanıyorlar. Yüzey renkle çözümleniyor. Bu renk
meselesi, doğa motifleri, masalsı hayvan figürleri beni akademin o Caravaggio anlayışından
bir süreliğine uzak tuttu. Ve bir sentez peşindeydim. Bu bir modaydı aslında.
Figür olarak kendime oluşturduğum ‘leit motif’ yani gündelik eşyalardan
yaptığım gazoz kapakları, tava, tencere, plastik bardaklardan oluşturduğum
motifti bu. Motifi model resimlerimde kullanmaya başladım. Böylece yüzey ve
klasik derinlik anlayışını aynı kompozisyon içinde kullanmaya başladım. Arka
planı da Doğu anlamında bir peyzaj boyuyordu. Sonra bir süreliğine Amerika’ya
gittim, atölyem Seattle’daydı. Döndükten sonra çok ilginç bir şey oldu.
Kompozisyon oluştururken bu modeli tekrarlamaya geçtim. Tıpkı minyatürlerdeki
gibi bazılarının proporsiyonları büyük, bazılarının küçük tuttum. Buradaki
yöntem hiyerarşik perspektifi kullanmak oldu.1994-96 yıllarına tarihlenen bu
ikilemler beni çok deneysel bir yola doğru itmeye başladı. Aynı ölçüde iki
tuvali yan yana koyup, eş zamanda sol taraftaki tuvale sürdüğüm darbeyi, rengi,
izi sağ tarafta da aynı noktaya sürüyordum. Ve resimleri eş zamanda
bitiriyordum. Aslında bir resim yapıyorum ama iki tane çıkıyor. Bu fikirde yine
şunu anladım; aynısı yine olmuyor. Bir su damlası bile bir diğer su damlası ile
aynı değildir. Ve bu sefer doğada bir şeyin iki defa olmadığını düşünmeye
başlıyorsun. Aynı model buzdolabınız bile olsa imgesel farklar vardır. Yüzey ve
üç boyutluluk meselesini bir karşıtlık olarak görmeye başladım resimlerimde,
hala renk yok. Renk kullanmıyorum. 2001 yılında, Mehmet Ergüven kitabımı
yazarken bana ‘renk kullanmaktan çekiniyorsun galiba’ dedi. O zaman haddim değil
diye düşünürken, bu cümle renk cesaretimin başlangıç tarihi oldu. Figürü iki
defa koymaya başladım. Psikolojik bir durum oluştu. Edebiyatçılarımızdan biri
bana şunu söyledi; ‘Biz Türk şiirinde ikilemler kullanırız’ dedi. Serin serin
Kapalıçarşı, burcu burcu kokar gibi örnekler. Ama bunun karşılığı Türk resminde
yok, oysa senin resimlerinde olduğunu fark ettim dedi. Aslında sezgisel olarak
bir şeyleri yapıyorsunuz. Sanırım resimle yaşamak böyle bir şey. Resim yapmasam
bile atölye atmosferinin içinde olmak bana yine çalışıyormuşum hissi veriyor.
Ben aslında çalışmaya devam ediyorum. Her düşündüğünüzü resme koyamıyorsunuz,
bir süzgeçten geçiriyorsunuz. Resim bittiği zaman problem bitmiyor. Ve o
problem bir sonraki resme taşınıyor. O problemler bitmediği sürece resim
sürüyor. Bu sürekliliği korumak gerekiyor.
Temür
Köran, “İsimsiz”, 2017, kâğıt üzerine karışık teknik, 70x50 cm.
Sürekli atölyede olma durumunuz da oldukça
ilginç. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?Orada
mutluyum. Arkadaşlarım geliyor. Bir tek markete gidiyorum. Sosyal olma durumum
çok fazla yok. Bu özellikle son zamanlarda böyle oldu. Belki de günümüzün
sosyal ve politik çalkantılarından dolayı, artık eskisi gibi dışarı çıkmak da
çok keyif vermiyor. Gündüz de çıkmıyorum, çıkınca gidecek bir yerim yok zaten.
Atölye dışına çıkarsam şehir dışına tatile gidiyorum. Desen defterim her zaman
yanımda tabii ki. Ya da İstanbul’da arkadaşlarımın atölyelerini ziyaret ederim.
Bakın yine atölye… Bayılıyorum atölyelerin dağınıklığına, arkadaşlarımın boyalı
ellerine, yarım resimleri izlemeye. Kedilerim ve bir de tavşanım var. Hayatım
işte bu.
Burcu Pelvanoğlu’nun sergi kataloğu için
kaleme aldığı yazıda şu cümleleri okuyoruz: ‘Sanat yaşamı boyunca temsilden ya
da daha doğru bir deyişle temsilin ajitasyonundan kaçınan Temür Köran, bu
sergisinde yer alan resimlerinde göçe neden olan, göç anı ve göçten/göçenlerden
arda kalanları bize gösteriyor. Bu resimlerinde sanatçı, bir yandan küresel
ölçekte yaşanan travmayı konu ediniyor ancak diğer yandan temsilin tuzağına
düşmemek adına konuya bakışında sezgisel bir yöntem belirliyor. Bu yöntem,
sanat tarihinde Barok sanatçıların kullandığı yöntemin ta kendisi… Bu noktada
17. yüzyılın önemli düşünürü Leibniz’i anımsamakta fayda bulunmakta.’ Barok
kurgulama konusunda neler söyleyebilirsiniz?
Giovanni
Battista Tiepolo hayranıyım. Gericault’nun “Medusa’nın Salı” eserini
hatırlatması hoş bir şey. Göç olayındaki trajediyi, dramı bir Rönesans
sanatçısı gibi anlatamazsınız. Ancak bir taşkınlık, coşkunluk ve anakronik olma
durumuyla tanımlayabilirim. Bu sergiyi de böyle hayal ettim. Ve buradaki
dayanağım tabii ki Barok dönem olabilirdi. Zaten normal şartlarda da ben Barok
ışıktan yararlanıyorum. Rakursi’yi görmeye başladım bu sergide, alttan yukarıya
doğru. Ve bunun sebebi de teknede göç eden bir aileyi, insanları düşünün. Orada
devasa bir gökyüzü ve devasa bir deniz var. Aslında küçük bir ceviz kabuğunun
içinde sallanıp duruyorsunuz. Tabi bu bir durağanlığı değil, bir hareketi
getirir. Bunu empati kurarak yapıyorsunuz. Ve mekanı böyle düşündükten sonra, o
Beethoven’in müziği gibi, kalabalıkların, insanların vızıltısı, çırpınışları, o
görkemin, o fanusun içinde düşünüyorsunuz. Bu coşkuyu ancak bir Barok sanatçısı
çok iyi yapabilirdi. Ben bu resimleri yaparken Rus bestecileri dinledim. İşte
bütün bunlar bu resimlerin ortaya çıkmasına sebeptir.
Tuval resmine başlamadan önce desen
çalışıyor musunuz?
Çok
fazla görsel not alıyorum. Tuvalin kompozisyonunu kurma aşamasındayken önce
küçük küçük kareler halinde defterime ve sonra silüetler çiziyorum. Sonra ara tonları
koyuyorum. Kompozisyon içine yerleştireceğim elemanları tek tek desen haline
getirip tuvale taşımaya başlıyorum.
|
Temür Köran, “İsimsiz”, 2017, tuval üzerine yağlıboya, 100x120 cm.
|
Serginin ismi ‘Göç’ çok hızlı ipucu
veriyor gibi görünse de resimlerinizdeki ‘Figürler’ sadece bu olguyu anlatmıyor
izleyiciye. Sizin sanatınızı özel kılan ve çok katmanlı okumalara imkan
sağlayan bu resimsel kurgunuz konusunda ne söylemek istersiniz?
Acıyı
resmetmek benim pek işlediğim bir tema olmadı. Hep uzak durdum. Seattle’da bir
ressam arkadaşım vardı. Bir gün bana şöyle söyledi: ‘Ben hayatta neye sahip
olmak istiyorsam onun resmini yapıyorum.’ Ben de bizde de Hıdırellez diye bir
gelenek vardır, taşlardan dilediğin şeyin resmi yaparsın toprağa dedim. Bir de
öğrenciyken toplumbilimci Claude Lévi-Strauss’un bir yazısını okumuştum. Kendisi,
Avustralya’ya yerlilerin yaşadığı bir kabileyi ziyarete gider. O dönemde çok
iyi fotoğraf makineleri olmadığı için, yerlilerin kullandığı nesneleri,
eşyaları, hayvanları not defterine çiziyor. Ayrılmak üzereyken şef; ‘gidiyorsun
da hayvanlarınızı nereye götürüyorsun’ der. Hayır, hayvanları götürmüyorum
diyor Lévi-Strauss. ‘Ama defterinize çizdiniz ya diyor’ şef. Çünkü şef’e göre
hayvanlarının görüntüsü ile hayvanların kendisi aynı anlama gelmektedir. Çok
primitif bir yaklaşım ama bu bir büyü aslında. Mağara resimleri de büyüydü.
Onlar entelektüel amaçla yapılmış değil. Mutlaka bir amacı vardı ama sanatsal
bir kaygı taşıdığını düşünmüyorum. Seattle’lı ressam arkadaşımın
söylediklerinden sonra bazı taşlar yerine oturdu. Atölyenin bir büyüsü var. O
büyü bozulduğu zaman gerçekten bir sürü şey yıkılıyor. O bizim fildişi kulemiz,
oradaki her şey aslında senin için kutsal. Nesneler ile ilişki kuruyorsun,
akabinde canlılar ve hayvanlarla da çok iyi ilişkin oluyor. Kendinle barışık
oluyorsun. İnsanı besleyen, geliştiren bir şey resim yapmak. Resim yapmanın
şöyle bir yönü daha var. Zaman içinde, tüm resimsel dönemlerinize baktığınızda,
kendi ruhsal gelişiminizi izliyorsunuz. Sev ya da sevme, bunlar sizsiniz.
Desenin sizin sanatınızda çok özel bir
yere sahip olduğu ve desenle, coşkulu renklerin adeta birbiriyle ahenk içinde
hareket ettiği çağdaş sanat tarihçilerimiz tarafından çoktan kabul görmüş,
sanat izleyicileri tarafından da özel bir yere oturtulmuştur. Renkçi figüratif
sanat anlayışınızı bir de sizden dinleyebilir miyiz?
Renkçi
figüratif tabii ki diyebiliriz. Evet, desen ve renk benim için çok önemli ama
hala bu işi iyi yapamadığımı düşünürüm. Hala çok resim bakar, internetten
ustaların işlerini incelerim. Renk konusu, Henri Matisse’in, Andre Derain ile
birlikte kurduğu Fovizm okulunda gerçekleştirdikleri bir resim ve espas
anlayışı. Onlar da aslında Doğu’ya bakmışlar. Demek ki ben aslında başlangıçta
Doğu’ya bakarak renge bilmeden girmiş olmam tesadüf değil. Matisse örneğine
bakarsak yüzey ile birlikte formu da kullandığını görürüz. Zaten Yüzyılın
başında neredeyse her iki yıl da bir yeni sanat akımları türemeye başladı. Daha
sonra Dadaistler geldi, iyi niyetliydiler. Marcel Duchamp zeki ve kuramsal bir
adamdır. Tabulaşmış, klişeleşmiş yerleşik düşüncelerin birçoğunu yıktı. Ama ok
yaydan bir kere çıkmıştı. Bir ressamın sanatçı olabilme ihtimali yüksektir ya
da hiç yoktur. Bunu zaman belirleyecektir.
1960 Urfa, Siverek doğumlusunuz ve bir
anlamda siz de birçok İstanbullu gibi taşradan büyük şehre göç etmiş birisiniz.
Üstelik Siverekli bir ağanın ressam çocuğusunuz. Kısaca hayat hikayenize
baktıktan sonra kendi yaşamınız üzerinden göç ve uyum konusunda neler
söyleyebilirsiniz. İstanbul’a alışmanız kolay oldu mu?
Aslında
ağa çocuğum değilim, toprak sahibi bir ailenin çocuğuyum. Feodal bir düzenin
hiçbir zaman parçası olmak istemem. Ben ilkokulu bitirdikten sonra Şişli
Koleji’nde yatılı okumam için ailem beni İstanbul’a gönderdi. 12 yaşından sonra
yaşamım Osmanbey, Şişli çevresinde geçti.
Aslında çoğumuz taşralıyız ve bir anlamda
göçebe sayılırız İstanbul’da. Siverek’teki yaşamınızı özlüyor musunuz ya da
arafta olma hissi var mı?
Tabi
ki çok özlüyorum. Siverek’teki yaşamım adeta Doğu masallarını andırır. Biz
develerin ayaklarının altında saklambaç oynardık. Babamın hanı vardı ve o hanın
için 40-50 tane deve olurdu. Ve taş sokaklar, taş evler, avlular, eyvanlar… Biz
açık havada yaşıyorduk. Aslında kale gibi bir yapı vardı, aralarda dar sokaklar
falan. Çocukluğumu çok iyi hatırlıyorum. Aslında ben oradayken de kendimi oraya
ait hissetmezdim, çizgi roman okur, pop müzik dinlerdim. Folklorik yanım hiç
yoktu.
Temür
Köran, “İsimsiz”, 2016, tuval üzerine yağlıboya, 45x60 cm.
TEMÜR KÖRAN HAKKINDA
1986 Mimar Sinan Üniversitesi, Güzel Sanatlar
Fakültesi, Yüksek Resim Bölümü Devrim Erbil Atölyesi’nden mezun oldu.
1996 Mimar Sinan Üniversitesi’nde Sanatta
Yeterlilik programını bitirdi.
KİŞİSEL SERGİLER
2012 "Seyir", Evin Sanat Galerisi,
İstanbul
2010 "İçerisi ve Dışarısı", Evin Sanat
Galerisi, İstanbul
1997-2008 Evin Sanat Galerisi, İstanbul
1996 Asmalımescit Sanat Galerisi, İstanbul
1996 Ekol Sanat Galerisi, İstanbul
1993 Teşvikiye Sanat Galerisi, İstanbul
1990 Beytem Sanat Galerisi, İstanbul
1989 Yonca Modern Sanat Galerisi, İstanbul
ÖDÜLLER
1997 Türkiye Jokey Kulübü Resim Yrş., Mansiyon,
İstanbul
1996 Adana Çimento Sanayi Resim Yrş, 2.lik Ödülü,
Adana
1988 Turgut Pura Vakfı, Mansiyon, İzmir
1988 22. DYO Resim Yarışması, Başarı Ödülü, İzmir
1985 Tiglat Gal., Genç Sanatçılar Yrş., Mansiyon,
İst
1985 İst. Ünv. Gençlik Yılı Rsm. Yrş., 1.lik
Ödülü, İst
1985 1. Şeref Akdik Resim Yrş., MSU, 1.`lik
Ödülü, İst
ONLINE SERGİLER
03.04.2012 "Seyir" - Temür Köran - Evin
Sanat Galerisi
06.05.2010 "İçerisi ve Dışarısı" - Temür
Köran - Evin Sanat Galerisi
29.04.2008 Temür Köran Resim Sergisi - Evin Sanat
Galerisi
26.12.2006 "Göçebe Bellek" - Temür Köran -
Evin Sanat Galerisi
01.12.2005 Temür Köran Resim Sergisi - Evin Sanat
Galerisi
20.04.2004 Temür Köran "Çeşitlemer" Sergisi
- Evin Sanat Galerisi
27.03.2003 Temür Köran Resim Sergisi - Evin Sanat
Galerisi
02.04.2002 Temür Köran Resim Sergisi - Evin Sanat
Galerisi
24.05.2001 Temür Köran Resim Sergisi - Evin Sanat
Galerisi
23.05.2000 Temür Köran Resim Sergisi - Evin Sanat
Galerisi
06.05.1999 Temür Köran Resim Sergisi - Evin Sanat
Galerisi