Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi mezunu
Memduh Kuzay, 1980 yılından bu yana Türkiye’de ve dünyanın çeşitli şehirlerinde
karma ve kişisel sergilere katılıyor. En son Tayvan’da sadece Türk modern ve
çağdaş sanatı konusunda uzmanlaşan Wingrow Art Gallery’de eserlerini sergiledi.
Kuzay, pop ve soyut ekspresyonist eserleri ile büyük ilgi görüyor.
Resimde özgün olmak
çok önemli. Memduh Kuzay’ı farklı kılan, onun resmini hayranlıkla izlenir kılan
çekici güç nedir?
Sanatın bütün yelpazeleri için “olmazsa olmaz” olan
özgünlüktür. Doğa yarattığı her bir insanın parmak izini bile farklı oluşturdu.
Sanatta özgünlük parmak izi gibi olmalıdır. Ülkemiz sanat dünyasında ne yazık
ki “özgün” olan, bir elin parmakları kadardır! Dünya sanatını yakından izleyen
herkes bunu bilir; bu bilgi donanımı ve “dikkat” ile ilgilidir. Bu da ülkemizde
fazlasıyla eksik olan bir şey… Sanatçı, herkesten önce kendi yaptığına, kendisi
âşık olmalıdır. Başka hiçbir sanatçının bir milim fırçası kendi tuvaline
değmemelidir -gerçi son zamanlarda kendi imzasını bile başkalarının yaptıklarıyla
ortaya çıkan “büyük” sanatçılar yok değil, sanırım Rönesans’ın usta-çırak sistemine
henüz yeni ulaştılar-.
İçimde yaşattığım sanatıma olan tutkuma yıllardır edindiğim
bilgimi de ekleyince, günde en az 15 saatimi atölyemde geçirince bu güç doğdu.
Ben resimlerimin santimetre karesini atlamam, adeta bir kuyumcu hassaslığı
gösteririm, ayrıca hayata hep pozitif bakar, yakaladığım tüm değerlere kendimce
en güzel elbiseyi tüm renklerimle giydirmeye çalışırım, teknik olarak kendi
icatlarım vardır. Sonuç olarak Einstein’ın dediği gibi “Aynı şeyleri
tekrarlayarak farklı sonuç beklemek aptalların işidir.” Bu benim hep kulağıma
küpe olan bir sözdür.
Yılda kaç resim
yapıyorsunuz? Eserlerinize gösterilen ilgiden memnun musunuz?
25 yıldır profesyonelce çalışıyorum, Türkiye’de 6 binin
üzerinde, yurtdışında da (özellikle Amerika) 2 bin kadar eserim satıldı. Yılda
yaklaşık 500 resim yapıyorum. Eserlerime gösterilen ilgi kuşkusuz beni mutlu
ediyor, çünkü ben eserlerime ilgi duyanları eserlerimle mutlu ediyorum, bunu
biliyorum.
Resimlerinizde sizin
karakterinizin ipuçlarını alabiliyor muyuz? Günlük yaşamınızda neler
yaparsınız, nelerden hoşlanırsınız?
Resimlerim, benim hayallerimin görselleridir, çok hayal
kurarım, çocukluğumdan gelen bir şey bu sanırım, genetik hafızamla ilgili olsa
gerek. Çok renkli bir hayatım var, düşük standartlarla çok şeyi yaşamanın
şifrelerini çözdüm gibi… Dünya’yı mümkün oldukça gezmeye çalışırım, bu
yerlerdeki tek adresim ise seyahatler dışında en az 15 saatim atölyemde geçer,
Amerika, İstanbul-Ortaköy, Mersin ve doğduğum köyde -Kayseri’nin bir dağ köyü- aynı
atölye sistemini kurdum ve oralarda da çalışmalarımı devam ettiriyorum. Tembellikten
nefret ederim, yalan, palavra ve onun getirdiği türevlerden uzak dururum… Güzel
yaşama dair her şeye bayılırım… Vazgeçemediğim tutkum, erken saatlerde
başladığım kahve ve sigara. Ortaköy’de yaşadığım için bu iki alışkanlığımı,
boğazı ve Sarayburnu şehvetini seyrederek güne başlarım, sonra da atölyeye
gelir, önce arka bahçemdeki dostlarımı beslerim. 20’ye yakın kedi arkadaşım
var, onlar da Ortaköylü…
Sanatçı değişim
göstermeli mi? Hangi açıdan; düşünsel mi, ifade şekliyle mi?
Kuşkusuz değişim göstermeli; sanatçı sürekli hareket halinde
olmalıdır, yukarıda Einstein’ın sözünü hatırlattım, bence bu her şeye en net
yanıttır. Her şey hayallerimizle başlar, gerekli olan tek şey bilgi ve
deneyimizi zenginleştirme arzusuna ve olumlu bir ruh hali ile yeni bir şeyi
denemek içinde yeterince açık fikirliliğe sahip olmamızdır. Düşünsel olarak
tasarladıklarımızı, ifade şekli ile hayata sunarız. Yaşattığımız farklılıklar
ve bunun getirdiği değişimler tamamen bize ait olduktan sonra değişim hedef
bile olmamalıdır.
Tayvan’da Türk sanatı
üzerine yoğunlaşan ve uluslararası üne sahip sanatçılarımızın sergilerine ev
sahipliği yapan Wingrow Art Gallery’de “Shall we dance, İstanbul” isimli
serginiz yer aldı. Eserlerinizden yayılan İstanbul müziğinin tınısına Tayvanlıların
ilgisi nasıldı?
Uzak Doğu’nun binlerce yıllık sağlam kültürü, sanatı ne
denli ciddiye aldıklarının ipuçlarıyla doludur. Wingrow Art Gallery benim
kişisel sergimi yaptı, üç konseptten oluşan bu sergimde 60 eserim yer aldı.
Sergi son derece başarılı oldu, gerek galeriden gerekse bana direk ulaşanlardan
bilgece sözler duydum. Bu beni şaşırtmadı, çünkü hem Tayvan’ın kültür düzeyini
biliyorum, asıl önemlisi ben ne yaptığımı biliyorum.
Wingrow Art Gallery
ile ilgili neler söyleyebilirsiniz?
Wingrow Art Gallery, Asya’da Türk modern ve çağdaş sanatı
konusunda uzmanlaşan tek galeri. Coğrafik uzaklık, medyanın fazla ilgi
göstermemesi nedeniyle Tayvan’da Orta Doğu sanat eserleri çok ender
bulunuyormuş. Wingrow Art Gallery, bu nedenle Türk sanatını, uluslararası
sanata büyük ilgi duyan Tayvanlı sanatseverlerin beğenisine sunmaya karar
vermiş. Ekim 2009’da gerçekleştirdikleri büyük açılışta “İstanbul’u Araştırmak”
ve “Ruh Açığa Çıkıyor, İstanbul” isimli iki grup sergisi düzenlemişler. Ergin
İnan, Mehmet Gün, Ertuğrul Ateş ve Onay Akbaş gibi sanatçıların sergisinden
sonra benim sergim yer aldı. Türk resmindeki hassas renk zevki, antik
mitolojiden metaforlar, farklı kültürlerden etkileşim, halk öykülerinden
betimlemeler, kaligrafi estetiği gibi özellikleri çok sevdikleri için Türk
sanatçıların sergilerine yer veriyorlar. Benim sergim için yayınladıkları sergi
kataloğunda resimlerimi şu sözlerle tanımlıyorlardı: “Kuzay’ın tablolarındaki
renk zenginliği, ritmik görsel iletişim ve hemen hissedilen Türk dokusu ve
nüansları ile Tayvanlıların kalplerinde yer edeceğini umuyoruz. Kuzay’ın
resimlerini başka bir şey ile karşılaştırmak isterseniz, gerçek bir karnaval
olarak tanımlayabiliriz. Bu partide renk, karnavalın ana teması. Resimlerin
arkasına gizlenen müzik faktörü ise, müzik notaları gibi, tuvalden dışarı
çıkıyor ve bir renk konçertosu ya da dans müziği oluşturuyor. Tuvaldeki zengin
renkler bir nehir ya da bir ipek kumaş gibi akıyor…” Bir sanatçı olarak bu
sözleri duymaktan çok büyük mutluluk duydum.
İlk resim
deneyiminiz, 3-4 yaşlarındayken evinizin duvarlarına çizdiğiniz “Dünya
Haritası” adlı çalışmanız ile başlamış. Kilden kendiniz için oyuncaklar yapmayı
seviyormuşsunuz. Resme başlama serüveninizi sizden dinleyebilir miyiz?
Hatırlayabildiğim kadarıyla resme beyaz toprak badanalı odamızın
duvarına kömür kullanarak çizdiğim “şey”lerle başladım, bu “şey”ler çevremde sürekli
gördüğüm at, eşek, öküz gibi hayvan figürleriydi, bu figürlerden aynı zamanda
heykelcikler yapardım. Bunlar aynı zamanda kendi ayrıcalıklarım olurdu, ama hep
“çizmek” ağır basardı bende. Sadece duvara değil, kavak ağaçlarının gövdelerini
de bıçakla çizerdim. Sanırım doğanın bana yüklediği resim programı o zamanlar çalışmaya
başladı. Birden beşe kadar bütün sınıfların aynı mekâna sığdırıldığı “okul”suz
bir köyde okudum, olanaklar yok kadar azdı. Buna çocuğu keşfedecek, onu
yönlendirebilecek öngörüsü ve bilgisi olmayan bir öğretmeni de eklediğinizde
şansınızın ne olacağı netleşir! Öyle ki; tüm okulca çıktığımız bir kır
gezisinde -kaldı ki tüm hayatımız kırda, dağda, bahçede geçiyordu zaten-
öğretmenin “resim yapacaksınız” demesiyle oluşan sevincimi de hiç unutmadım. Ancak
bize verdiği resim konusu da bir o kadar şok etmişti hepimizi, çünkü “Tayyare
resmi yapın” demişti… Tayyare bir tarafa, o ana dek gördüğüm araba ya iki ya da
üç tane idi, onlar da köyümüze ulaşıncaya dek sıkça arızalanan resmi araçlardı.
Vadiye kurulu köyümüzün tepesinden, ince beyaz bulut gibi iz bırakarak binlerce
metre yüksekten geçen şeylerin “tayyare” olduğunu büyüklerimiz bize anlatırdı.
Tayyare ile ilgili kurduğum hayali görsel hale dönüştürmüştüm, uçtuğuna göre
kanatları olmalıydı, kanat yaptım, arabaya da benzemeliydi, teker de yapıp
“tayyare” resmimi tamamlamıştım. Öğretmen resmime bakıp “ulan sen ne zaman
tayyare gördün?...” demesi hiç aklımdan çıkmadı. 45 yıl önce başlayan serüven
son hızla devam ediyor işte.
Mimar Sinan
Üniversitesi’nde Özdemir Altan’ın atölyesindeki deneyimlerinizi “doğanın bana
attığı mayanın tam tutma süreci” olarak değerlendiriyorsunuz. Bu dönemden
sanatınıza yansıyan tecrübeler nelerdir? Nasıl bir öğrenciydiniz?
Özdemir Altan atölyesinde öğrenci olmak biraz “zor”du, ancak
bir o kadar da eğlenceliydi. Hocamız her yıl düzenli olarak şarap günü
düzenlerdi. Bu Fransız akademi geleneğinden gelen bir şeydi sanırım. Sevgili
hocam Güngör Taner’in vizyonu ise bize mutlu ederdi. Ben ilk 3 yıl hocam
Özdemir Altan’ın hayranıydım. Yaptığı resimler beni büyülerdi. Ben de hocam
gibi yapmaya çalışırdım, tabii öncesinde iki yıl sıkı bir desen sürecimiz oldu,
bazen “desen”den çok sıkıldığımız olurdu. Ama yıllar sonra anladım ki o gerekli
bir süreçmiş. İşte benim “maya”mın tutması o döneme dek gelir. Doğrusu
sabahları atölyeye ilk gelenler arasındaydım. Disiplinli bir program uyguluyordum
kendime… Sanırım sevgili hocam bu yönümü görmüş olmalı ki akademi tarihinde 2.
sınıf öğrencisi ilk kez atölye başkanı olmuştu, o da bendim ve bu atölye
öğrencilerinin oylama yöntemiyle olmuştur, bu 2 yıl devam etti.
Bu dönemler sanatsal tavır almak ve belli bir rota
oluşturmak için erkendi. Bunu hissediyordum. Sadece o dönemlerde bile çok yoğun
çalışıyordum, öyle ki diploma sergisi (okul içinde) için gereken asgari resim
sayısının yaklaşık 3 katı bir sayıyla eserlerimi sergilemiştim, iyi bir derece ile
mezun oldum ve bu beni “artık ressam oldum” durumuna taşımıştı, ne zaman ki
yurt dışına çıktım ve sanat dünyasının kıyısının kıyısına girdiğimde “hiçbir
şey” olmadığımı görmüdüm, sahip olduğum tek şey gerçekten iyi bir desen
altyapısıydı… Asıl “okul” ondan sonra başladı.
Hans Hoffman’ın
asistanlığını yapan renk ustası Hanry Hincher’den “rengin bir matematik
olduğunu öğrendim” diyorsunuz. Rengin matematiği nasıl bir kavramdır?
Eserlerinizde de çok renkli bir müzik gibi tüm renkleri canlılığı ve parklılığı
ile hissediyoruz.
Hanry Hincher’la tanışmam, benim sanat hayatımın, sahip
olduğum kavramların tamamen değişmesine neden oldu. New Orleans’ta “Meydan
Ressamlığı” yaptığım 1986 yazında tanıştım. Profesyonel sanatçılara ve
akademisyenlere verdiği renk ve boya kursuna davet ettim. Sınavla alıyordu
kursiyerleri, oysa benim bu sınava girmemin gerekli olmadığını ve kursa direk
başlayabileceğimi söyledi. Ve ben 3 yaz kurs verdiği her eyalette onu takip
ettim. Evet, resim bir matematiktir, renk ise bu matematiğin rakamlarıdır.
Hangi tarzda olursa olsun desenin, ışığın, rengin kompozisyon halini alabilmesi
için dengenin çok iyi hesaplanması şarttır, bu dengeyi oluşturan değerler ise
matematiksel hesaptır, tabii ki bu rakamların çarpımı, toplamı vs. gibi algılanmamalı.
Söylemeye çalıştığım şey; yükleri iyi paylaştırma oranıdır.
Paletimde bütün renkler hep olur, bunlarla oluşturduğum
onlarca değişik tonal renkler ise hep göreve hazırdır. Doğada olmayan hiçbir
renk yoktur, bence mümkün oldukça bu sihre hayalimi de katarak “RENK RENK RENK”
diyorum. “Renkçi ressam” tanımı bence bilgiden uzak bir tanım; renk kullanmayan
veya rengin olmadığı resim olur mu? Siyah beyaz bir resim bile ara tonlarıyla
bir renk paleti oluşturur. Ben resimlerimdeki renkleri kirletmiyorum, resimde
renkleri temiz tutabilmek güç bir iştir. Bunu, bilen bilir… Sanırım bu yüzden
resimlerim hep canlı benim…
Amerika’nın çeşitli
eyaletinde uzun zaman sanat çalışmalarınıza devam etmişsiniz. Sanat yaşamınızda
Amerika’daki tecrübelerinizin ayrı bir önemi var sanırım.
Dediğim gibi benim asıl okulum Amerika dönemlerim oldu.
Orada öğrendiğim en önemli şey “ÖZGÜN” olunmazsa hiçbir şeyin olunmayacağıdır.
Çünkü bu çılgın Amerikan dünyasında kendi parmak izinizi göstermek yerine
başkalarının eldivenini elinize geçirmenizin hiçbir anlam taşımadığını her
defasında gördüm. Yani çorbanın suyunun suyunun suyunu içmek yerine orijinal
gerçek çorbadır masaya gelebilecek yemek… Bu anlamda 150 yıllık resim
geçmişimizde, etkilenme dışında kopyacılık hâkim olmuştur. Evet, Birleşik
Devletler bana sanat yaşamımın sağlam temellerini almamı sağladı. Sonuçta Frank
Sinatra gibi şarkı söylemek değil önemli olan…!
İstanbul’un renkli
dokusu, resimlerinizin başlıca konusunu oluşturuyor. İstanbul’un renkleri,
hikâyeleri, karmaşası ve eşsizliği sizin için ne anlam ifade ediyor?
Yaklaşık 30 dünya ülkesi gezdim. İstanbul kadar etkileyici
hiçbir yer görmedim. Tabii ki tüm o şehirlerin de kendi özellikleri ve
güzellikleri mutlaka var, ancak İstanbul’da olan birçok şey oralarda yok. Oralarda
var olan her şeye ise İstanbul’da fazlasıyla var. Ben İstanbul resimlerim ile sadece
tek yönünü vurgulamak istiyorum. Oryantalist yabancı sanatçılar, Cumhuriyet
öncesi, sonrası ve günümüzde İstanbul resimleri yaptılar. 2000’li yıllarda
bende de böyle bir istek oluştu, ancak hiç kimsenin yapmadığı bir şekilde
yapmalıydım; öncelikle hayal ettiğim güzellikte yapmak isterdim. Yaptığım
İstanbul resimlerimin tamamında aynı zamanda şehrin binlerce yıllık mitolojik
yönlerine de yer verdim. Sosyal dokusu, hatta hatta çokça olan sokak köpekleri
ve kedileri de hep mevcut olmuştur resmimde. Birçok kültürün sembolleri ve
yapıtları da sık yer verdiğim konular. Dünyada, aynı anda iki kıtada varlığını
sürdüren başka bir şehir gösterebilir misiniz? Üstelik söylendiği gibi
“ortasından deniz geçen başka bir şehir var mı?”
Tüm Katolik yönleriyle, karmaşasıyla 24 saat yaşayan ve en
az beş medeniyetin yaşadığı bir dünya kentinin bir sanatçıyı etkilenmemesi
mümkün olur mu? Tabi ki benim için İstanbul’un etrafında oluşan çirkin
yığınlaşma değil, benim İstanbul fotoğrafım surlar içinde kalan Yeditepe ve
boğaz İstanbul’udur. Yaşamı, yaşanılması için insana kendini hep hissettirir
İstanbul…!
Kolaj, tuval ve metal
üzerine resim gibi birçok farklı teknikte çalışmalarınızı oluşturuyorsunuz.
Ayrıca sanat eserlerinize baktığımızda farklı dönemlerde farklı konulara
ağırlık verdiğinizi görüyoruz. Sanatsal dönemlerinizi nasıl tanımlarsınız?
Dediğim gibi ben çok hayal kurarım ve kurduğum hayallerin
boşa gitmesini istemem, bu yüzden sürekli garip şeyler denerim. Kafamda
oluşanları resim diliyle ve kendi dilimle anlatmaya başlarım, tabi ki bu
günübirlik değil, şu ana dek 5-6 tarz çalıştım, her tarzımın bir sonrakine
uzanan yolunda en az bin resim yapmışımdır. İşin bana heyecan veren bir başka
yönü ise kafamda hala on bin planımın olması, doğmayı bekleyen binlerce aşkım,
yani resmim sırada sabırsızca yerlerinde duruyor. Dünyada kolaj tekniği ile
yaptıklarımın ilk olduğunu biliyorum, yanlış anlaşılmasın kolaj tekniğinin ilki
benim demiyorum, dediğim bu tekniği taşıdığım düzey ve tarz. İtiraf etmeliyim
ki kolaj çalışmalarım olanaksızlık dönemlerimin, yani boya, fırça vs.
alabilecek paramın olmadığı bir dönemdi. Ve elime geçen tüm sert yüzeylere
yapıştırmaya başladım, iğneyle kuyu kazmak gibi bir şey bu. Belirtmek isterim
ki asla ve asla hiçbir teknolojik üründen yararlanmadım. Bu teknikte yaptığım
yüzün üzerinde İstanbul resmim, en az bir o kadar değişik metal ve malzemelerden
oluşan soyut resmim koleksiyonlarda yerlerini bulmuştur. Şu bir gerçektir:
sonuçta ortaya “sanat eseri” çıkıyorsa ve en az 2-3 yüzyıl dayanabilecek,
bozulmayacak, değişmeyecek malzemelerle doyuruyorsanız ne tür bir malzeme
kullanacağınız hiç önemli değil, daha doğrusu fark olmaz.
Siz yaşamını tamamen
resme adamış, bugüne kadar onlarca sergi açmışsınız. Resim ve sanat adına tüm
hayallerinizi gerçekleştirdiğinize inanıyor musunuz? Bundan sonraki
hedefleriniz nelerdir?
Boya dokunmamış hiçbir elbisem, ayakkabım yoktur benim, son
15 yıldır tırnak aralarımın boyasız olduğunu söyleyemem, bilmeyenler çoğu kez
tırnaklarımın pis olduğunu sanırlar… Benim oksijenim RESİM… Çalışmadığım nadir
de olsa 1-2 gün olunca aşırı agresifleşiyorum ve etrafımdakileri kırdığımı
görüyorum. Bu yüzden evliliklerimi -4 kez evlendim-yürütemedim. Yaşamım boyunca
resimlerimden çok para kazanmayı aklımdan bile geçirmedim. Yaptığım bir resmi 5
resim daha yapabilmek için makul paralarla sattım. Hayallerimi dizginleyemememden
dolayı şu ana dek 7.000’nin üzerinde resim yaptım ve hiçbir zaman onlarla bir
pazar oluşturmaya zaman ayırmadığım gibi, önem de vermedim. İçimdeki resim
aşkımı yaşayabilmek için küçük fiyatlara resim satmam bana bu aşkı yaşatıyorsa
ödül başka ne olabilir ki? Sonsuza tohumladığım ürünlerimin varlığı ve hep var
olacağı gerçeği hayallerimin gerçeğe dönüşmesini sağlıyorsa neyi neye göre
kıyaslayabilirim. Böyle bir hesap ve yaklaşım ne kadar sığ ve basit olur, bu
hayallerimi kendi elimle zehirlemek anlamına gelmez mi? Bunu asla yapmam.
Röportaj: Ümmühan Kazanç, Milliyet Sanat, Temmuz 2010, s.96