Yeşillikler içindeki kar beyazı sanat mücevheri
2004 yılında açılan ve Burda Yayıncılık imparatorluğunun varislerinden Frieder Burda’nın sanat koleksiyonunu barındıran Frieder Burda Müzesi’nde, klasik modernizm ve çağdaş sanata ait yaklaşık 1000 resim, heykel, obje ve kâğıt üzerine çalışma sergileniyor.
ÜMMÜHAN KAZANÇ
Frieder Burda, 1936 yılında Güneybatı Almanya’da Baden yakınlarındaki Gengenbach’da, yayıncı ve senatör Dr. Franz Burda’nın ikinci oğlu olarak dünyaya geldi. Ticari eğitimini babasının şirketinde sürdürdü. Daha sonra uzun süre Fransa’da dergi yayıncılığı yaptı. Darmstadt’daki matbaanın başına geçmeden önce bir süre İngiltere ve Amerika’da bulundu. Frieder Burda, çalışmalara hız vererek Avrupa’nın en önemli yayıncılık şirketlerinden birini yarattı. 1986 yılında babalarının ölümünden sonra, üç kardeş yollarını ayırdı. Almanya’nın en zengin kişileri arasında yer alan en küçük kardeş yayıcılık şirketini yönetirken, Frieder Burda kendini tamamen sanat faaliyetlerine adadı.
Bir koleksiyonerlik masalı
Yaklaşık otuz yıl önce sadece içten gelen bir dürtüyle resim satın almaya başlayan Frieder Burda’nın bir koleksiyon oluşturmak aklının ucundan bile geçmiyordu. Fakat on beş yıl önce resim satın alma dürtüsü bir anda gerçek bir koleksiyon oluşturma eylemine dönüştü. 1998 yılında Baden-Baden’li sanat patronu, Frieder Burda Vakfı’nı kurar. Vakfın en önemli amacı uluslararası üne sahip koleksiyonun sürekli olarak halka açık olmasıdır. Kesinlikle bağış almadan, tamamen vakfın imkânlarıyla 20 milyon euro harcanarak 2004 sonbaharında müze açılır. Almanya’nın sevimli kasabalarından Baden-Baden’de yer alan müzeyi kuruluşundan bu yana bir milyondan fazla sanatsever ziyaret etti. Müze, ünlü Lictentaler Bulvarı’ndaki parkta, 100 yıl önce açılan National Gallery (Staatliche Kunsthalle)’nin bitişiğinde yer alıyor. Almanya’da ilk kez ulusal ve özel bir kültür enstitüsü bu şekilde bir işbirliği gerçekleştiriyor.
Frieder Burda, koleksiyonerlik hikâyesini şu sözlerle anlatıyor: “Her şey 1968 yılında başladı. Documenta I sergisi benim için unutulmaz… Oldukça ucuz bir fiyata Lucio Fontana’nın kırmızı renkli bir tablosunu aldım. Fontana’nın kim olduğunu bile bilmiyordum… Aslında bunu biraz gençliğin verdiği asilikle babamı şaşırtmak için satın aldım. Fakat işler planladığım gibi olmadı. Alman Ekspresyonizmi resmi koleksiyoneri olan babam, tabloyu çok sevdi ve seçimimden dolayı beni kutladı. İşte bu benim koleksiyonerlik tutkumun başlangıç noktası oldu… Bir kere başladığınız zaman bir daha asla duramıyorsunuz”.
Aslında Frieder’in baba tarafı bohem bir yaşam tarzından geliyor. Büyük büyükbabası mütevazı bir sokak müzisyeni, annesi ise bir tren makinistinin kızıdır. Fakat babası Franz, 21 yaşındayken doktor unvanını alır ve efsanevi bir yayıncı olur. 1988 yılında Franz ve Frieder kardeşler Springer şirketindeki Burda hisselerini 300 milyon dolara Springer’e satar. Alman basını günlerce küçük kardeş Hubert ile yaşanan ayrılığı konuşur. Frieder Burda aile içindeki anlaşmazlığın sona erdiğini söylüyor. Baden atasözü ‘kan sudan daha koyudur’u hatırlatarak kan bağının gücüne vurgu yapıyor. Hisselerin satışından eline geçen yüklü miktardaki nakit ile sanata daha fazla para ve zaman ayırmaya başlayan Frieder, Gerhard Richter’in 40 resmini satın alır. Başlangıçta tamamen kişisel sanat zevki ve bilgisi ile tercihler yapan Burda, artık Hans Mayer (Duesseldorf), Michael Werner (Cologne/New York) ve Pace-Wildenstein’den Arne Glimcher (New York)’in danışmalığında sanat eseri alımı gerçekleştiriyor. Müzenin tüm masraflarını bilet ve sergi organizasyonları ile karşılanıyor. Burda müzenin geleceği ile ilgili bir endişesi olmadığını belirtiyor. Üçüncü eşinin kızı Patricia, Londra’da sanat eğitimi almış. Onun müzenin yönetimini başarıyla devam ettireceğine inanıyor.
Frieder Burda, müzenin yaşayan bir sanat merkezi olması için son beş yıldır önemli sergilerin düzenlenmesine de öncülük etti. “Max Beckman”, “Geç Dönem Picasso”, “İmparatorların Sanatçıları”, “Ressamların Heykelleri”, “Sigmar Polke”, “Gerhard Richter”, “Genç Nesil Ressamlardan Resimler” bu sergilerden bazıları. 2007 yılında açılan “Chagall Retrospektifi” sergisini 195 bin ziyaretçi izledi. Sergiyi gezenlerin %20’sini Fransızlar oluşturuyordu. 14 Mart 2010’a kadar National Gallery ve Frieder Burda Müzesi salonlarında Georg Baselitz’in 140 çalışması izlenebilir.
“Günışığı müzesi”
Müze binası dünya çapında tanınmış mimar Richard Meier’in imzasını taşıyor. Museum of Applied Arts, Frankfurt; Getty Center, Los Angeles; Museum of Contemporary Art, Barcelona ünlü mimar Richard Meier’in tasarımını gerçekleştirdiği diğer müzeler. Dışarıdan bakıldığında “büyük bir villa” olarak görünen bina mimar tarafından “parktaki mücevher” olarak tanımlanıyor. National Gallery (Staatliche Kunsthalle) ve Frieder Burda Müzesi’nin yemyeşil parkındaki birlikteliği, doğanın, mimarinin ve tarihin eşsiz uyumuna çok özel bir örnek. Işık ve cam uygulamaları ile zenginleştirilmiş yalın mimari, müzeyi görenleri adeta büyülüyor. Müzenin en ilgi çekici özelliği farklı görüntülerin şaşırtıcı bir etkileşim sergiliyor olması: Müzenin yeşillikler içindeki bahçesinden sanat eserlerinin, müzenin içinden ise doğrudan çevredeki parkın izlenebiliyor olması sanatseverlerde hayranlık uyandıran bir etki bırakıyor. Böylece oldukça sofistike bir “günışığı müzesi” doğmuş. Müze geçtiğimiz yıllarda muhteşem tasarımı ve birinci sınıf inşası ile New York’da Amerika Mimarlar Enstitüsü (AIA) tarafından “New York Chapter Design Award”a layık görülmüş. Richard Meier: “Işık buradaki anahtar eleman, binada kullanılan en önemli yapı malzemesi. Lictentaler Bulvarı’ndan ve Baden-Baden kasabasından yayılan parlak ışık müzenin iç mekânlarına doluyor. Böylece sanatseverler, birçok önemli ustanın eserlerini oluştururken faydalandığı aynı doğal ışık ortamında sanat eserlerini görme imkânı buluyor” şeklinde müzenin mimarı felsefesini açıklıyor. Müzenin ön cephesi beyaz alçı ile doldurulmuş alüminyum plakalardan (her biri 75x120 cm.) oluşuyor. Tasarımıyla gurur duyduğu açıkça belli olan Meier yapıyı “parktaki kar beyazı mücevher” olarak tanımlıyor. 1000 metrekare kullanım alanına sahip müzede, iki geniş ve iki küçük sergileme alanı ve izleme bölümü olarak hizmet veren giriş kat bulunuyor. Katlar arasında yer alan sarmal merdivenler ile sanat eserlerinin farklı açılardan izlenmesi amaçlanmış.
Bin eserlik koleksiyon
Klasik modernizm ve çağdaş sanata ait yaklaşık 1000 resim, heykel, obje ve kâğıt üzerine çalışma sergilendiği müzede, Picasso’nun son döneminin önemli sekiz yapıta da yer alıyor.
Max Beckmann, Wilhelm Lehmbruck, Alexej von Jawlensky, August Macke, Ernst Ludwig Kirchner, Karl Schmidt-Rottluff, Alman Ekspresyonizmi bölümünde yer alan sanatçılar.
New York Soyut Ekspresyonizminin kendi alanında bir ekol yaratan Amerikan sanatçılarından Adolph Gottlieb, Mark Rothko, Willem de Kooning, Clyfford Stil, Jackson Pollock’un eserleri bir Avrupa müzesinde görülebilecek kadar özel bir seçki sunuyor. 1960 sonrası Alman Sanatı bölümünde Georg Baselitz, Markus Lüpertz, Almut Heise, A. R. Penck, Anselm Kiefer, Sigmar Polke, Imi Knoebel, Gerhard Richter, Dieter Krieg ve Eugen Schönebeck’in çok önemli çalışmaları bulunuyor. Müzede, genç nesil sanatçılara da destek vermek amacıyla her yıl sergiler düzenleniyor ve koleksiyona 1990 sonrası sanat çalışmaları da ekleniyor. Michael Bach, Damian Loeb, Frank Bauer, Malcolm Morley, Herbert Brandl, Markus Oehlen, Sabine Dehnel, Heribert C. Ottersbach, Marc Desgrandchamps, Simon Pasieka, Tim Eitel, Neo Rauch, Richard Estes, Christoph Ruckhäberle, Stefan Ettlinger, Peter Schmersal, Bernard Frize, David Schnell, Anja Ganster, Dirk Skreber, Eberhard Havekost, Florian Thomas, Anton Henning, Corinne Wasmuht, Johannes Hüppi, Matthias Weischer, Karin Kneffel, Thoralf Knobloch, Uwe Kowski ve Susanne Kühn müzede eserleri bulunan genç nesil sanatçılar.
Frieder Burda’nın oldukça önemli heykel koleksiyonu da müze de sergileniyor. Hans Arp, Wilhelm Lehmbruck, Stephan Balkenhol, Jacques Lipchitz, Georg Baselitz, Joan Miró, John Chamberlain, A. R. Penck, Barry Flanagan, Pablo Picasso, Isa Genzken, Sigmar Polke, Anton Henning, Arnulf Rainer, Robert Indiana, Niki de Saint-Phalle, Imi Knoebel, Günther Uecker, Willem de Kooning, Bernar Venet ve Henri Laurens’in Frieder Burda’nın sanat zevkini gözler önüne seren heykelleri de müzede görülebilir.
Picasso’nun “Le peintre et son modèle”, 1964; “Nu assis”, 1968; “Nu couché”, 1968, “Homme debout”, 1969, “Buste d`homme”, 1969; “Le Couple”, 1969; “Homme au chapeau assis”, 1972 tabloları, “Toréador”, 1901; “Jeune fille au corsage rayé”, 1949; “Couple”, 1971 kâğıt üzerine çalışmaları, “Personnage (Enfant)”, 1960 tarihli heykeli müze koleksiyonunda özel bir yere sahip.
Yazı Artam Global Art & Design Dergisi'nin 4. sayısında yayınlanmıştır.
Tüm dünyadan modern ve çağdaş sanat, arkeoloji, sanat tarihi, sergiler, fuar ve bienaller, müzayedeler... Türk ve yabancı sanatçı, tasarımcı, mimar röportajları... 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca editörün yazılı izni olmadan blogdaki yazı, röportaj ve fotoğrafların tamamı ya da bir bölümü kullanılamaz.
22 Ekim 2013 Salı
2 Ekim 2013 Çarşamba
AKLIN VE GÖZÜN SONSUZ İFADE GÜCÜNE GÖNDERMELER
Halatın,
ipin kıvrımlarıyla yaşamın ritmi arasındaki ilişkiye göndermeler yapan,
özlemlerini, tutkularını yaratığı sanatsal bir dünya üzerinden tuvaline
yansıtan ressam Ahmet Yeşil, sanatı ile ilgili detayları anlatıyor.
RÖPORTAJ:
ÜMMÜHAN KAZANÇ
Ahmet
Yeşil’in resim serüveninin nasıl başladığını öğrenebilir miyiz?
İlkokula başlamadan önce, üst kattaki komşumuz İstanbul’dan Mersin’e gelen bir ressamdı. Beni yanına alır, galeriye, atölyesine giderdik. Bir ressamla, resim ve sanatla ilk buluşmam böyle oldu. Ortaokul sıralarında da resim öğretmenimin benimle yakından ilgilenmesi de bu buluşmayı, yakın ilgi düzeyine yükseltti; resme ve sanata daha çok ilgi duymaya başladım. Fakat okul yıllarında idealim tıp okumak ve futboldu. Fen lisesine gitmek istiyordum. Resim öğretmenimiz aynı zamanda müdürümüzdü, başvuru formunu vermedi; çünkü güzel sanatlar eğitimi almamı istiyordu. Okul sonrası rahatsızlandım ve bu süreç içinde ilk resim eğitimim Ankara’da Gazi Eğitim Fakültesi hocalarıyla başladı. Sonrasında İlhan Çevik, Nuri Abaç ve Ernur Tüzün hocalarımın atölye çalışmalarına katıldım. Sonuçta resim öğretmenimin öngörüleri doğrultusunda resim ve sanat yaşam biçimim oldu.
“Nevi
şahsına münhasır” olarak tanımlanabilecek bir resim anlayışınız var. Deniz
temasının ve gemi halatlarının tuvalinizde yer bulması fikri nasıl doğdu?
Çalışmalarımın içinde kullandığım ip, halat nesnesi ilk önceleri daha çok anlatıya dayalı nesneyi ifade eden simgeydi o plastik dilin içinde… Sonra bu malzemeden yola çıkarak daha çok üzerinde yoğunlaşmaya başladım. Genel sanat literatürü konusundaki bilgi birikiminiz, üzerinde yoğunlaştığınız malzemenin sizin sanatınıza kazandıracağı özgünlüğün de farkına varabilirseniz, sanatınızda da yeni, size özgü bir ifade biçimini de yakalarsınız. Böyle başladı ve kendi içinde plastik ve kurgusal değişimlerle yenilene yenilene bugünkü sürece geldim. Deniz ve gemi halatı ve makara ipliklerine gelince; bir tutku ve geçmişten gelen bilinçaltı dışa vurumun etkileri ve de özlemleriyle yaşanmışlıkların gerçekliliğinin bir daha aynı olmayacağı üzerinden kendi özlemlerimin, tutkularımın yine yaratığım sanatsal bir dünya üzerinden sanal yansımalarıdır. Bu bilinçaltı kaymalarının sanatsal malzemeye dönüşmesidir de diyebiliriz. Daha açık anlatmam gerekirse: halatın nesnel kimliği üzerinden, sanatsal objeye dönüşen ip, halat kendi ritmi ve yaşamın ritmiyle beraber yaratığı kozmos plastik bir dile dönüşürken sanatıma da özgün bir kimlik kazandırıyor. Yaşamda da her anın, sanatçının sezgisiyle görme biçimiyle, halatın ritmik kıvrımlarıyla yaşamın ritmi arasındaki ilişkiye göndermelerdir. Halatın ritmik kıvrımları üzerine düşen renk ışık, açık koyu değerlerin bize ait olanın yansımalarıdır. Yaşama ait sosyal, toplumsal, siyasal, ekonomik, ekolojik, kişisel yaşamın her boyutunun halatın nesnel yapısı üzerinden plastik, estetik değerlerini en üst düzeyde sanat yapıtına dönüştürmeye sanat anlayışımla ifade etmeye çalışıyorum. Plastik anlatım dilini yakaladığım ip, halat nesnel tanımından sıyrılarak kendi sözünü kurmaya başladı. Resmimdeki her olgunun yaşamımda bir karşılığı vardır. Zaten altını dolduramadığınız bir dil size ait değildir. Zaman içinde plastik dilinizi oluşturduktan sonra, kendinizi keşfetmek üzere teknik arayışlara giriyorsunuz. Durduğunuz an kendi ayak izlerinizi işgal edersiniz. Resim dilini izlemek, seyretmek üzere zamanı beklemeye almak gibi bir lüksüm olmadı. Arkanızdaki birikim, yeniye başlamak üzere bir deneyden ibarettir. Hiçbir deneyi inkâr etmeden, plastiğin dayattığı yenilenmeye açığım. Arayış, bilinç, hesaplaşma iradesi kendi plastik açılımını getiriyor zaten. Son dönem çalışmalarımda ip, resim dışında hiçbir anlatım kaygısı aramadan, plastiğin ve imgenin kendi dönüşümünü ve gücünü kurdu. Daha yalın, daha minimal… Bu elbette benimle hayat, benimle resim ve benimle kendim arasında süren gerilime bir çözüm çabası.
“Ahmet
Yeşil, otuz yıllık resim serüveninde temel gelişimini modernist hatta kurar:
Yoğun ifade kaygısının öne çıktığı kısa bir dönemden sonra, hızla plastiğin
imkânlarına yönelerek, resmi kendi içeriğiyle yeterli bir göstergeye doğru
azaltmıştır. Temsil yükünden kurtulan enerji ise, töz dönüşümüne uğrayan ip
halat imgesine çökelerek, figüre ilişkin tüm referansları iptal etmiştir. Bu
resmi kuran biçimsel töze (ip halat imgesi) temsili bir tanımla bakanın resmi
ıskalaması kaçınılmazdır”. Celal Soycan bir makalesinde tuvalinizi bu şekilde
anlatıyor. Siz bu konuda neler söyleyebilirsiniz?
Sorunuza tam girmeden bir sergimdeki yaşadığım bir şeyden söz edersem, belki en net yanıtı vermiş olurum. Sergiyi dolaşan bir grup sanatçı arkadaşların arasından biri bana dönerek “halat mı, ip halat mı?” dedi. Ben de şöyle cevap verdim: “sen hala ip halat mı görüyorsun?”. Bakmak başka şey, görmek başka bir şeydir. Resme bakarken onu ifade eden objeleri, nesneleri bir plastik elemen olarak göremeseniz elmayı elma olarak, şişeyi şişe olarak görürseniz o zaman da resmi ıskalarsınız.
Ahmet
Yeşil’in resimlerini nasıl okumalıyız? Lirik, empresyonist, modern? Bir
akımın içinde anılmak mı, yoksa kendi tarzınızla mı tanınmayı tercih
ediyorsunuz?
Resimlerimin nasıl okunması gerektiği konusunda bir okuma kılavuzum yok, olamazda, yanlış olur. Her izleyen kendi duygu, düşünceleri ve sanatsal birikimleri doğrultusunda bir ilişki kurar ki bu da en doğrusudur. Sanatçının buna müdahalesi hikâyeleştirmesi, yönlendirmesi o yapıtı sınırlar, çerçevenin içine hapseder, yanlış olur. Sanatçı da izleyiciyle aynı ölçüde yeni yollara yöneliyor. Sanat eserini kurcalamak risk almaktır. Sanatçının çalışma süreci bittiğinde, ortaya çıkan eser sanatçıya da hiç beklemediği sorular sorar. Bir uçurum kenarında duruşun bilince etkisidir. Yazar da sorular üreterek sanatçıya yol açar. Resmin yapılışına yön veren düşünsel ve plastik kaygılar, bütünüyle ressamın kapalı dünyası içindedir. Sanatçı; başka bir yaşamın, dilin, plastiğin içine dolarken zaten yığınla soruyu da taşır. İzleyici, bu sorular üzerinden belirli sonuçlara ulaşırken, kendi sorularını da ele geçirir. Modern resim zaten bu anlamda hiç susmaz. Okur ve sanatçı ise bitimsiz bir süreç. Tabi bir tanımlama içinde kendimi sınırlamak, bir yere koymak gibi bir çabam yok, bunu sanat insanları zaman içinde sanatsal serüvenimin bıraktığı etkiyle, izlerden yola çıkarak belirleyeceği bir durum. Benim heyecanım, duygularımı, dünya görüşümü, yaşam felsefemi teknik ve semantik olarak en güçlü en iyi biçimde plastize ederek özgün ve estetik bir dille üretmek. Tabi ki duygu ve yaşam izlerinin olmadığı yapıtlarda siz ne yaparsanız yapın sanat yapıtı yaşanılır olmaz. Tabi ki her sanatçı kendi özgün tarzı ve kimliğiyle anılmak ister, bu benim içinde geçerlidir.
Ahmet
Yeşil sanat yaşamını dönemler içinde incelemek mümkün müdür? Örneğin 1988
yılında “Mersin’in Eski Evleri” konulu bir seriniz olmuştu. Bu seriye neler
izledi?
1988’de yaptığım o seri çok özel bir seriydi ama benim sanat yaşamımda dört belirgin dönem var. Son dönemdeki ip ve halat ağırlıklı çalışmalarım da dokuz dönemdir. Kendi içinde son çalışmalarım minimalize edilmiş kompozisyonlardır. Şöyle söyleyebilirim; sanatçı doğayla, nesneyle, gündelik ritmin kurucu öğeleriyle ve nesneleştirdiği “ben”iyle ilişkisini, yapıtları üzerinden söylemeye çalışır. Yadsınan, olumlanan, sorgulanan, anlamlandırılan yeryüzü olanca karmaşası, hızı ve değişimi içinde aslında bir olanaktır. Ressamın malzemeyi en olmaza doğru zorlamasının berisinde, bu olanağı “söze” dönüştürme sancısı yatar. Bu sancıyla ressam, ulaştığı ifadeyi sürekli sorgular, dönüştürür, kırar ve aşar. Celal Soyca’nın ifade ettiği gibi bu dönüşüm benim son çalışmalarımda, resmin sadece kendi değerleri üzerinden ifadenin anlatımıyla değil imgenin plastize edilmiş dili üzerinden kendi estetik anlayışımla üretilen yaratılardır. |
Bugüne kadar 79
kişisel sergi açmış ve 279 karma sergiye katılmış bulunuyorsunuz. Bu program
çok yoğun bir çalışmayı gerektiriyor olmalı?
Evet, zaten bu benim yaşam biçimim, tempom. Düşünce sağlığımla ilgili bir problemim vardır. Günlük uykum üç saati geçmez. Atölyemin hareketliliği yoğundur. Öğrenciler, sanatçılar, sanatsever dostlarım sürekli gelir giderler. Çünkü üç dört bine yakın kitap ve sanatsal arşivim var. Bundan yararlanmak isteyenlere yardımcı olurum. Ama çalışma tempom da hiç düşmez, yaşam ve bio ritmim buna alışıktır.
Son dönemde yurt içinde olduğu kadar yurtdışında da birçok sanatsal etkinlikte yer aldınız? Bu faaliyetleriniz hakkında bilgi alabilir miyiz?
2007-2008’de Paris’te Louvre Müzesi’nin alt salonlarında 1890’dan bu yana yapılan Salon Sergisi’nde iki yıl yer aldım. Bu yıl da hem orada hem de yine Paris’te Grand Palace Salon Sergisi’ne dosyam kabul edildi. Ayrıca Fransa-Paris merkez olmak üzere Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde salonları olan önemli bir galeriyle de anlaşma yaptım: Galerie Daniel Besseiche. Özellikle bu galeriyle çok önemli sergilerim olacak. Paris ve Cenevre başta olmak üzere, sanat tarihine mal olmuş birçok sanatçıyla çalışan bir galeri. Meksika’da Temmuz ayında uluslararası bir etkinliğe davet edildim. Mayıs ayında New York’ta, Haziran başında da Sırbistan’da katılacağım sergiler olacak. Kasım ve Aralık’ta da yine Fransa’dayım.
Resim dalında birçok ödülünüz bulunuyor? Eserleriniz hangi koleksiyonlarda yer alıyor?
Tek tek yazmak uzun olur. Kısaca söylersek 2000’e yakın çalışmam yurtiçi ve yurtdışındaki koleksiyonlarda bulunuyor. Başta Kültür Bakanlığı, Maliye Bakanlığı, Tekel Genel Müdürlüğü, Ziraat Bankası, Akbank, Şekerbank, Vakıfbank Genel Müdürlükleri, Milli Piyango Genel Müdürlüğü, D.Y.O. Eğitim Vakfı Müzesi, Ankara Resim Heykel Müzesi, Körfez Belediyesi Müzesi, Balıkesir Belediyesi Devrim Erbil Müzesi, Cumhurbaşkanlığı Koleksiyonu, Eczacıbaşı Koleksiyonu, Cumhuriyet Gazetesi Müzesi, Uğur Mumcu Vakfı Koleksiyonu, Hacettepe Üniversitesi Resim Heykel Müzesi, Eskişehir Üniversitesi Çağdaş Sanatlar Müzesi, Japonya Koshumata Türk Japon Müzesi, Adana, Antalya, Ordu, Mersin vilayet özel koleksiyonlarında, Fransa, Almanya, Amerika, Kanada, Hollanda, İngiltere başta olmak üzere birçok yabancı ülkede de yapıtlarım bulunuyor.
Resim sanatınızda olgunluk döneminizi yaşıyorsunuz diyebilir miyiz? Gelecek ile ilgili planlarınız nelerdir?
Denilebilinir, ama daha çok göreceğimiz, çok kat edeceğimiz yol var. Bilginizi birikiminizi yenilemez, üstüne koyamasanız olgunluğunuz da sadece yaş ve yaşam deneyiminizle kalır. Sanatçı mükemmelin peşindedir. Mükemmel hep ileridedir.
Resim sanatının temel öğelerinden “doku” sizce neden önemlidir? Nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yaşamımızda canlı-cansız (organik-inorganik) her şeyin yüzeyi kendine has bir doku ile örüntülüdür. Kendine özgü bu dokusal özellikler, eşyanın (nesnenin) yüzeyini karakterize eder. Dokunarak algıladığımız yüzeyin doku niteliğini tanımlayabiliriz: Sert, yumuşak, kalın, ince, kaygan, pürüzlü gibi. Yani görsel olan her şeyin kendine ait yüzeyi, niteliği vardır. Sanatta, plastik sanatlarda, dokuyu görsel duyularla, görerek algılarız. Plastik sanatlarda dokunun etkisi plastik dile dönüştürülebilirse yani plastik elemanlar olarak yapıta estetik ve imgesel bir güç katıyorsa, biz onu sanatsal bir eleman olarak hissederiz. Hangi nesne olursa olsun, yapıtın içinde dokusal özelliklerini plastik bir dile dönüştüremeseniz, yorum farkınızı yaratıcılığınızla ifade edemezseniz, doku özelliklerini ne kadar başarılı vurgularsanız vurgulayın, resmin değerleriyle sanatsal bir yapıt olmaz. Kısaca doku resme plastik-estetik, imgesel bir değer katmalıdır. Bu, ifadeye içsel ve teknik anlamda da değerler katar.
Resimlerinizde doku unsurunun öne çıktığını gözlemledim. Hangi döneminizde doku unsuruna daha çok yer vermeye başladınız?
Resimlerimde doku unsuru her dönem var oldu. Resmimin plastik/-estetik dilini ifade açısından hem malzeme olarak hem de teknik olarak, resim en güçlü biçimde neyi ifade etmek istiyorsa, dokuyu bilinçli olarak kullandım, kullanıyorum. Doku ve malzeme laf olsun diye kullanılmaz; ona resmin içinde plastik bir değer olarak ihtiyaç varsa kullanılmalıdır. Sanat yaşamımda dört ana dönemim vardır: En çok bilineni, son yirmi yıllık çalışma sürecindeki ipli ve halatlı dönemdir. Bu yirmi yılda ip ve halat olgusu dokuz döneme ayrılır. En son dönemde minimalize edilmiş simge ve anlatımcı kurgulardan arındırılmış, anlatmaktan anlamaya çevrilen ve soyut bir dille ifade ettiğim minimal çalışmalar öne çıkar. Sadece resmin kendine has öğelerinin plastize edildiği, imgenin plastik-sanatsal değerlerine yoğunlaştığım bir dönemdir bu. İp ve halat kendi nesnel kimliğinden sanatsal bir objeye dönüşüyor; yani ip plastik bir imge olarak bir kozmos içinde yer alıyor. Alırken de ışık-gölge, açık-koyu değerleriyle ve rengin ışığa dönüştüğü yüzey üzerinde de sonsuz imge gücünde beslenerek açık yapıta dönüşüyor. İpin, halatın dokusal özellikleri tüm boya ve malzeme katmanlarının altında sanatıma öznel bir kimlik kazandırıyor; nesnel kimliğini resmin dokusal özelliklerinde taşırken gerçekte plastik estetik imgesel bir güç olarak sanatın içinde yerini almaya çalışıyor. Dokunun işlevine gelince: Plastik bir güç olarak doku, yapıtlarımın semantik düzeyinde duygu yüklü bir imgesel etki yaratır; malzemenin biçimsel yapısı üzerinden doku, renk, ışık, açık, koyu değerlerle ortaya çıkarken, armoni ve kontrastlarla da nesnenin dokusu üzerinden kendi plastik-estetik dilimi oluşturuyorum.
Resimlerinizde doku oluşturmak için ne tür malzemeler kullanıyorsunuz?
Dokuyu oluşturmak için genelde kullandığım teknik yağlıboya, akriliktir; zaman zaman da diğer malzemeleri kullandığım oluyor. Her sanatçı yapıtlarında sanatsal dilini en iyi, en güçlü biçimde ifade etmek için kendine yakın malzemelerle çalışmak ister. Ama benim malzeme muhafazakârlığım yok; resmimde plastik-estetik öğeleri en güçlü neyle ifade edebiliyorsam o malzemeyi rahatlıkla kullanırım.
Evet, zaten bu benim yaşam biçimim, tempom. Düşünce sağlığımla ilgili bir problemim vardır. Günlük uykum üç saati geçmez. Atölyemin hareketliliği yoğundur. Öğrenciler, sanatçılar, sanatsever dostlarım sürekli gelir giderler. Çünkü üç dört bine yakın kitap ve sanatsal arşivim var. Bundan yararlanmak isteyenlere yardımcı olurum. Ama çalışma tempom da hiç düşmez, yaşam ve bio ritmim buna alışıktır.
Son dönemde yurt içinde olduğu kadar yurtdışında da birçok sanatsal etkinlikte yer aldınız? Bu faaliyetleriniz hakkında bilgi alabilir miyiz?
2007-2008’de Paris’te Louvre Müzesi’nin alt salonlarında 1890’dan bu yana yapılan Salon Sergisi’nde iki yıl yer aldım. Bu yıl da hem orada hem de yine Paris’te Grand Palace Salon Sergisi’ne dosyam kabul edildi. Ayrıca Fransa-Paris merkez olmak üzere Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde salonları olan önemli bir galeriyle de anlaşma yaptım: Galerie Daniel Besseiche. Özellikle bu galeriyle çok önemli sergilerim olacak. Paris ve Cenevre başta olmak üzere, sanat tarihine mal olmuş birçok sanatçıyla çalışan bir galeri. Meksika’da Temmuz ayında uluslararası bir etkinliğe davet edildim. Mayıs ayında New York’ta, Haziran başında da Sırbistan’da katılacağım sergiler olacak. Kasım ve Aralık’ta da yine Fransa’dayım.
Resim dalında birçok ödülünüz bulunuyor? Eserleriniz hangi koleksiyonlarda yer alıyor?
Tek tek yazmak uzun olur. Kısaca söylersek 2000’e yakın çalışmam yurtiçi ve yurtdışındaki koleksiyonlarda bulunuyor. Başta Kültür Bakanlığı, Maliye Bakanlığı, Tekel Genel Müdürlüğü, Ziraat Bankası, Akbank, Şekerbank, Vakıfbank Genel Müdürlükleri, Milli Piyango Genel Müdürlüğü, D.Y.O. Eğitim Vakfı Müzesi, Ankara Resim Heykel Müzesi, Körfez Belediyesi Müzesi, Balıkesir Belediyesi Devrim Erbil Müzesi, Cumhurbaşkanlığı Koleksiyonu, Eczacıbaşı Koleksiyonu, Cumhuriyet Gazetesi Müzesi, Uğur Mumcu Vakfı Koleksiyonu, Hacettepe Üniversitesi Resim Heykel Müzesi, Eskişehir Üniversitesi Çağdaş Sanatlar Müzesi, Japonya Koshumata Türk Japon Müzesi, Adana, Antalya, Ordu, Mersin vilayet özel koleksiyonlarında, Fransa, Almanya, Amerika, Kanada, Hollanda, İngiltere başta olmak üzere birçok yabancı ülkede de yapıtlarım bulunuyor.
Resim sanatınızda olgunluk döneminizi yaşıyorsunuz diyebilir miyiz? Gelecek ile ilgili planlarınız nelerdir?
Denilebilinir, ama daha çok göreceğimiz, çok kat edeceğimiz yol var. Bilginizi birikiminizi yenilemez, üstüne koyamasanız olgunluğunuz da sadece yaş ve yaşam deneyiminizle kalır. Sanatçı mükemmelin peşindedir. Mükemmel hep ileridedir.
Resim sanatının temel öğelerinden “doku” sizce neden önemlidir? Nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yaşamımızda canlı-cansız (organik-inorganik) her şeyin yüzeyi kendine has bir doku ile örüntülüdür. Kendine özgü bu dokusal özellikler, eşyanın (nesnenin) yüzeyini karakterize eder. Dokunarak algıladığımız yüzeyin doku niteliğini tanımlayabiliriz: Sert, yumuşak, kalın, ince, kaygan, pürüzlü gibi. Yani görsel olan her şeyin kendine ait yüzeyi, niteliği vardır. Sanatta, plastik sanatlarda, dokuyu görsel duyularla, görerek algılarız. Plastik sanatlarda dokunun etkisi plastik dile dönüştürülebilirse yani plastik elemanlar olarak yapıta estetik ve imgesel bir güç katıyorsa, biz onu sanatsal bir eleman olarak hissederiz. Hangi nesne olursa olsun, yapıtın içinde dokusal özelliklerini plastik bir dile dönüştüremeseniz, yorum farkınızı yaratıcılığınızla ifade edemezseniz, doku özelliklerini ne kadar başarılı vurgularsanız vurgulayın, resmin değerleriyle sanatsal bir yapıt olmaz. Kısaca doku resme plastik-estetik, imgesel bir değer katmalıdır. Bu, ifadeye içsel ve teknik anlamda da değerler katar.
Resimlerinizde doku unsurunun öne çıktığını gözlemledim. Hangi döneminizde doku unsuruna daha çok yer vermeye başladınız?
Resimlerimde doku unsuru her dönem var oldu. Resmimin plastik/-estetik dilini ifade açısından hem malzeme olarak hem de teknik olarak, resim en güçlü biçimde neyi ifade etmek istiyorsa, dokuyu bilinçli olarak kullandım, kullanıyorum. Doku ve malzeme laf olsun diye kullanılmaz; ona resmin içinde plastik bir değer olarak ihtiyaç varsa kullanılmalıdır. Sanat yaşamımda dört ana dönemim vardır: En çok bilineni, son yirmi yıllık çalışma sürecindeki ipli ve halatlı dönemdir. Bu yirmi yılda ip ve halat olgusu dokuz döneme ayrılır. En son dönemde minimalize edilmiş simge ve anlatımcı kurgulardan arındırılmış, anlatmaktan anlamaya çevrilen ve soyut bir dille ifade ettiğim minimal çalışmalar öne çıkar. Sadece resmin kendine has öğelerinin plastize edildiği, imgenin plastik-sanatsal değerlerine yoğunlaştığım bir dönemdir bu. İp ve halat kendi nesnel kimliğinden sanatsal bir objeye dönüşüyor; yani ip plastik bir imge olarak bir kozmos içinde yer alıyor. Alırken de ışık-gölge, açık-koyu değerleriyle ve rengin ışığa dönüştüğü yüzey üzerinde de sonsuz imge gücünde beslenerek açık yapıta dönüşüyor. İpin, halatın dokusal özellikleri tüm boya ve malzeme katmanlarının altında sanatıma öznel bir kimlik kazandırıyor; nesnel kimliğini resmin dokusal özelliklerinde taşırken gerçekte plastik estetik imgesel bir güç olarak sanatın içinde yerini almaya çalışıyor. Dokunun işlevine gelince: Plastik bir güç olarak doku, yapıtlarımın semantik düzeyinde duygu yüklü bir imgesel etki yaratır; malzemenin biçimsel yapısı üzerinden doku, renk, ışık, açık, koyu değerlerle ortaya çıkarken, armoni ve kontrastlarla da nesnenin dokusu üzerinden kendi plastik-estetik dilimi oluşturuyorum.
Resimlerinizde doku oluşturmak için ne tür malzemeler kullanıyorsunuz?
Dokuyu oluşturmak için genelde kullandığım teknik yağlıboya, akriliktir; zaman zaman da diğer malzemeleri kullandığım oluyor. Her sanatçı yapıtlarında sanatsal dilini en iyi, en güçlü biçimde ifade etmek için kendine yakın malzemelerle çalışmak ister. Ama benim malzeme muhafazakârlığım yok; resmimde plastik-estetik öğeleri en güçlü neyle ifade edebiliyorsam o malzemeyi rahatlıkla kullanırım.
1950
sonrası Türk resminde soyutlama sürecine geçildiğinde doku unsuru tuval
resminde değişim göstermiş midir?
Elbette sanat tarihinde her değişim bizi de etkilemiştir. Yalnız batı sanatındaki değişimler bizde çok geç algılanmaya başlamıştır; çünkü batıdaki toplumsal değişim süreci sanatı, sanat da toplumsal yaşamı her boyutuyla etkilemiştir. Bu çok geniş bir konudur. Soyut resim için de bir iki şey söylemek gerekirse: Elbette soyutlama Türk resminde değişim göstermiştir. Bizim geleneksel sanatımıza bakarsanız deformasyon, soyutlama, minimalist etkiler vardır. Biz bu değerler üzerinden değil Batı üzerinden etkilenmişiz. Soyutlamada elbette doku unsuru çok önemlidir; var olan birçok biçim, simge, figür gibi. Değerleri kaldırırken soyut resim salt resmin öğelerinden meydana gelmiş bir düzendir. Duygu ve tutkuların hareketliliği simge ve biçimsel ifadesiyle değil; renk, ışık, açık-koyu lekelerin, renksizliğin dokusal özelikleriyle belirdiği resmin espası içinde sadece plastik imge gücüyle, duygu ve düşüncenin görsel dokunuşlarıyla hissederiz dokuyu. O doku yaşama ait bir plastik değer üzerindeki görsel bir imgedir. Son sergimin ismi de “Görsel Dokunuşlar”dı. Bu adlandırma, gözün ve aklın sonsuz ifade gücüne bir göndermedir.
İp, iplik, halat bir nesne olarak resminizde baştan beri bir gözleniyor. Sayın Mehmet Ergüven hem Ahmet Yeşil kitabında, hem de sizinle ilgili diğer yazılarında bu olguyu olanca açılımıyla irdeledi. Son dönem çalışmalarınızda iyice belirdi ki bu nesneler; “kendinde” olmaktan öte “kendisi için” bir nesneye yol aldı. Tam bir öz dönüşümü… Bunu biraz daha açar mısınız?
Kendimin kendimle kuşatıldığını hissettiğimde, o boğulma anında, bitmiş bir resimdeki söylenmemişi kuşatarak çıkış ararım. Beni de şaşırtacak yeni bir sözü, resimsel tözümü yadsımadan… Benim resmim belki teknik olarak tamamlanmış olsa da, her dönem yeniden bakılmaya talip olur. Aksini yenilgi sayarım. Resmimin ve yaşamımın belki de en yakın tanığı olarak, sizin önüme sürdüğünüz bu sorularda, bendeki bu bitmemiş söz sancısına ayna tutmuyor mu? İçimdeki soruları, plastik dile dönüştürmeden yaşamım bitecek diye korkuyorum. Öte yandan da bir anlamda ölüme meydan okurcasına kendi karanlığımdan sorular avlıyorum. Yaşama karşı hep cephe aldım, onunla dalga geçme pahasına resmi ciddiye aldım. Ona resimlerimle kendimi dayattım.
Elbette sanat tarihinde her değişim bizi de etkilemiştir. Yalnız batı sanatındaki değişimler bizde çok geç algılanmaya başlamıştır; çünkü batıdaki toplumsal değişim süreci sanatı, sanat da toplumsal yaşamı her boyutuyla etkilemiştir. Bu çok geniş bir konudur. Soyut resim için de bir iki şey söylemek gerekirse: Elbette soyutlama Türk resminde değişim göstermiştir. Bizim geleneksel sanatımıza bakarsanız deformasyon, soyutlama, minimalist etkiler vardır. Biz bu değerler üzerinden değil Batı üzerinden etkilenmişiz. Soyutlamada elbette doku unsuru çok önemlidir; var olan birçok biçim, simge, figür gibi. Değerleri kaldırırken soyut resim salt resmin öğelerinden meydana gelmiş bir düzendir. Duygu ve tutkuların hareketliliği simge ve biçimsel ifadesiyle değil; renk, ışık, açık-koyu lekelerin, renksizliğin dokusal özelikleriyle belirdiği resmin espası içinde sadece plastik imge gücüyle, duygu ve düşüncenin görsel dokunuşlarıyla hissederiz dokuyu. O doku yaşama ait bir plastik değer üzerindeki görsel bir imgedir. Son sergimin ismi de “Görsel Dokunuşlar”dı. Bu adlandırma, gözün ve aklın sonsuz ifade gücüne bir göndermedir.
İp, iplik, halat bir nesne olarak resminizde baştan beri bir gözleniyor. Sayın Mehmet Ergüven hem Ahmet Yeşil kitabında, hem de sizinle ilgili diğer yazılarında bu olguyu olanca açılımıyla irdeledi. Son dönem çalışmalarınızda iyice belirdi ki bu nesneler; “kendinde” olmaktan öte “kendisi için” bir nesneye yol aldı. Tam bir öz dönüşümü… Bunu biraz daha açar mısınız?
Kendimin kendimle kuşatıldığını hissettiğimde, o boğulma anında, bitmiş bir resimdeki söylenmemişi kuşatarak çıkış ararım. Beni de şaşırtacak yeni bir sözü, resimsel tözümü yadsımadan… Benim resmim belki teknik olarak tamamlanmış olsa da, her dönem yeniden bakılmaya talip olur. Aksini yenilgi sayarım. Resmimin ve yaşamımın belki de en yakın tanığı olarak, sizin önüme sürdüğünüz bu sorularda, bendeki bu bitmemiş söz sancısına ayna tutmuyor mu? İçimdeki soruları, plastik dile dönüştürmeden yaşamım bitecek diye korkuyorum. Öte yandan da bir anlamda ölüme meydan okurcasına kendi karanlığımdan sorular avlıyorum. Yaşama karşı hep cephe aldım, onunla dalga geçme pahasına resmi ciddiye aldım. Ona resimlerimle kendimi dayattım.
Mersin’de
metropollerden uzak bir çevrede üretiyor olmanın sanatçıya yüklediği
sorumluluklar üzerine neler söyleyebilirsiniz? Hiçbir olgudan uzak kalmamak
kararıyla neredeyse onulmaz bir bilgi açıklığı, nefessiz okuma ve izleme, burun
kıvırma lüksünüzün olmayışı, ulaş(ama)ma sancıları ve malzeme sorunları?
Bunun olumlu ve olumsuz yönlerini birlikte yaşıyorum. Olumu yönü: kendi bağımsız çizginizi kurmada resim dışı anlamsız etkilerden uzak kalıyorsunuz. Olumsuzluk sayılabilecek şeylerin başında, irdeleyip tartışabileceğimiz bir izler çevrenin yokluğu geliyor. Arkamdaki uzun süreçte, özellikle yarışmalı sergiler aracılığıyla resmi kamuoyuna ulaşmaya çalıştım ve sanırım kimi sorunları bu yolla çözdüm. Öte yandan çağın iletişim olanakları, artık merkez-çevre sorununun aşılmasında önemli bir etken. Tabi bir serginin sıcak ve yüz yüze ortamına ulaşma olanağınız oldukça kısıtlı. Buna karşın yaşadığım kentte alabildiğine canlı bir sanat çevresi var. Malzeme sorununu başlarda ciddi olarak yaşadım, ama uzunca bir süredir biraz da geçmiş sıkıntıların psikolojik katkısıyla yıllarca yetecek malzemenin en iyisine bir telefonla ulaşıyorum. Dünyadaki tüm resim ortamını olabildiğince yakından izlememe yardımcı olacak 3000’e yakın kitaba sahibim. Ayda 20-25 dergi girer atölyeme ve bunlar Mersin’de Güzel Sanatlar öğrencileri olmak üzere dileyen herkese açıktır.
Resminizdeki semantik, bir dönemi belirleyen üst gerçekçi kurgu, yer yer gözlenen naif boya ve fırça çalışmaları, belli ki izleyen değil müdahale eden, bozan bir iradeyi işaret ediyor. Bunun plastik dilin imkânları içine iyice mayalandığını görüyoruz. Görünür gelecekte, bu sizi nereye taşıyacak? Dosyanızı birazcık paylaşır mısınız?
Dediğim gibi müdahaleci tavrımın esas hedefi yaşam. Varlığın yaşam karşısında direncini vurgulayan naif tavır. İçimdeki çocukla ilişkim hiç bitmedi. Yaşamda bazı acılara hazırlıksız yakalandım. Ama bilemiyorum işte, resmi bir zaman ve mekân algısı halinde her şeyin karşısına koydum. Ve yeni sorulara, sorunlara…
Röportaj: Ümmühan Kazanç, Antik Dekor, Temmuz 2009
Bunun olumlu ve olumsuz yönlerini birlikte yaşıyorum. Olumu yönü: kendi bağımsız çizginizi kurmada resim dışı anlamsız etkilerden uzak kalıyorsunuz. Olumsuzluk sayılabilecek şeylerin başında, irdeleyip tartışabileceğimiz bir izler çevrenin yokluğu geliyor. Arkamdaki uzun süreçte, özellikle yarışmalı sergiler aracılığıyla resmi kamuoyuna ulaşmaya çalıştım ve sanırım kimi sorunları bu yolla çözdüm. Öte yandan çağın iletişim olanakları, artık merkez-çevre sorununun aşılmasında önemli bir etken. Tabi bir serginin sıcak ve yüz yüze ortamına ulaşma olanağınız oldukça kısıtlı. Buna karşın yaşadığım kentte alabildiğine canlı bir sanat çevresi var. Malzeme sorununu başlarda ciddi olarak yaşadım, ama uzunca bir süredir biraz da geçmiş sıkıntıların psikolojik katkısıyla yıllarca yetecek malzemenin en iyisine bir telefonla ulaşıyorum. Dünyadaki tüm resim ortamını olabildiğince yakından izlememe yardımcı olacak 3000’e yakın kitaba sahibim. Ayda 20-25 dergi girer atölyeme ve bunlar Mersin’de Güzel Sanatlar öğrencileri olmak üzere dileyen herkese açıktır.
Resminizdeki semantik, bir dönemi belirleyen üst gerçekçi kurgu, yer yer gözlenen naif boya ve fırça çalışmaları, belli ki izleyen değil müdahale eden, bozan bir iradeyi işaret ediyor. Bunun plastik dilin imkânları içine iyice mayalandığını görüyoruz. Görünür gelecekte, bu sizi nereye taşıyacak? Dosyanızı birazcık paylaşır mısınız?
Dediğim gibi müdahaleci tavrımın esas hedefi yaşam. Varlığın yaşam karşısında direncini vurgulayan naif tavır. İçimdeki çocukla ilişkim hiç bitmedi. Yaşamda bazı acılara hazırlıksız yakalandım. Ama bilemiyorum işte, resmi bir zaman ve mekân algısı halinde her şeyin karşısına koydum. Ve yeni sorulara, sorunlara…
Röportaj: Ümmühan Kazanç, Antik Dekor, Temmuz 2009
BİR İMPARATORLUK BAŞKENTİNDE ÇAĞDAŞ TÜRK SANATI SEÇKİSİ
BİR İMPARATORLUK BAŞKENTİNDE ÇAĞDAŞ TÜRK
SANATI SEÇKİSİ
Çağdaş
sanata dayalı kültürel alışverişe odaklanan uluslararası petrol ve doğalgaz
şirketi OMV’nin desteği ile İmparatorluk, sanat ve klasik müzik başkenti
Viyana’da, Avusturya Uygulamalı Sanat Müzesi (MAK)’nde düzenlenen ve Türk
Çağdaş Sanatı adına gurur verici bir seçki sunan, “Mucizevi Göstergeler:
Bugünün İstanbul’unu Aramak” sergisini Artam Dergisi okuyucularımız için
gezdik. 21 Nisan 2013 tarihine kadar izlenebilecek serginin küratörleri Simon
Rees ve Bärbel Vischer.
ÜMMÜHAN KAZANÇ
Yüzyıllar
boyu Habsburg Hanedanlığına başkentlik yapan Viyana, şu anda Avusturya’nın
başkenti ve Londra, New York ve Paris’ten sonra dünyanın en önemli sanat ve
klasik müzik merkezlerinden biri. Bir imparatorluğa yıllarca başkentlik yapmış
olmasından dolayı gerek mimari gerekse kültürel açıdan Avrupa’nın en güzel
şehirlerinden biri. Onlarca tarihi binası, sarayları, kiliselerinin yanı sıra
oldukça önemli müzelere de ev sahipliği yapıyor. Museums Quartier, Albertina,
Kunsthalle Vienna, Belvedere, Kunsthistorisches Museum, Kunst Haus Wien, MAK
(Museum of Applied Arts), Essl Museum, Leopold Museum, Kunstkammer Vienna, Bank
Austria Kunstforum, Generali Foundation, Thyssen-Bornemisza Art Contemporary,
Academy of Fine Arts Vienna, Sigmund Freud Museum, mumok (Museum of Modern Art
Ludwig Foundation Vienna), Liechtenstein Garden Palace, House of Music,
Mozarthaus bunlardan sadece birkaçı. Ve bu müzelerde düzenlenen sergiler
gerçekten görmeye değer.
“Mucizevî Göstergeler: Bugünün
İstanbul’unu Aramak”
Avusturya’nın
en önemli müzelerinden biri olan Avusturya Uygulamalı Sanat Müzesi (MAK), ise,
“Mucizevi Göstergeler: Bugünün İstanbul’unu Aramak” adlı sergiyle, İstanbul
şehrinin çağdaş sanat üretimlerine tek seferlik ve günümüze ait bir bakış açısı
sunuyor. Sergiye katılan, 1930-1980 yılları arasında doğmuş, üç nesilden
sanatçının eserlerinin çizdiği Doğu ve Batı kültürlerinin etkisindeki bu çok
katmanlı metropolün kültürünü ve tarihini anlatan yaratıcı eskiz, MAK’ın sergi
salonunu İstanbul’a dair ince bir resme dönüştürüyor.
Bir
başlangıç niteliği taşıyan bu öncü sergi projesi, kültür sponsorluğu konusunda
şirketin çekirdek pazarı konumunda bulunan Avusturya, Romanya ve Türkiye
arasındaki, çağdaş sanata dayalı kültürel alışverişe odaklanan uluslararası
petrol ve doğalgaz şirketi OMV’nin desteği ile hayata geçirildi. OMV
böylelikle, bu bölgelerdeki ticari girişimlerinin yanı sıra, kültürel diyaloğa
da katkıda bulunmayı amaçlamış.
Yabancı
kültürler hakkındaki kolektif tasavvurun oluşumunun edebiyatla ilişkisinin yanı
sıra, çağdaş sanatın bir konusu olan öyküleme, bu serginin küratörleri için
belirleyici bir unsur olmuş. Kültür bilimci Homi K. Bhabha’nın kaleme aldığı,
yeni ve yabancı bir dil ve kültürle tanışırken hissedilen mucize ve şaşkınlık
dolu anları tasvir eden makale, sergi küratörlerinin bu yaklaşımı için ilham
kaynaklarından biri. Franco Moretti’nin “Signs Taken for Wonders” (Londra,
1938) adlı kitabında yaptığı edebiyat, kültür ve “dünya görüşleri” arasındaki
bağlantıyı inceleyen analizi de referans noktalarından bir diğeri. Bu konuyla
ilgili benzer yaklaşımlara, yazar Orhan Pamuk, Mario Levi ya da Pierre Loti
gibi uluslararası edebiyatçıların eserlerinde de rastlamak mümkün.
“Mucizevi
Göstergeler” adlı sergi, küreselleşmenin hızla yaşandığı bir zaman diliminde
ortaya çıkan tekil sanatsal dünyaları sunuyor. Sergide içe bakış, kişisel ve
hayali öykülemeler ve diyalog ile devinen, geniş çaplı iç-dış hareketleri ve
dönüşümleri belgeleyen eserler öne çıkıyor. Bununla birlikte Türkiye’den gelen
sanatçıların bu üretimleri, İstanbul’un kültürel hafızasına ışık tutan
uluslararası çağdaş sanat örnekleri içinde, birbirleriyle etkileşecek şekilde
bir araya geliyor.
“Mucizevi
Göstergeler: Bugünün İstanbul’unu Aramak” sergisi, hem Viyana’da yaşayan ve
çalışan (buna uluslararası göçmenler de dahil), hem yurtdışında yaşayan Türkiye
kökenli sanatçılar, hem de uluslararası sanatçılar tarafından ortaya konuyor.
Sergiye katılan sanatçılar ise, Hamra Abbas, Murat Akagündüz, Yeşim Akdeniz,
Eylem Aladoğan, Meriç Algün Ringborg, Hüseyin Bahri Alptekin, Halil Altındere,
CANAN, Aslı Çavuşoğlu, Cengiz Çekil, Banu Cennetoğlu, Mutlu Çerkez, Antonio
Cosentino, Canan Dağdelen, Lukas Duwenhögger, Cevdet Erek, Erdem Ergaz, Murat Gök,
Nilbar Güreş, Sibel Horada, Emre Hüner, Aki Nagasaka, Olaf Nicolai, Marcel
Odenbach, Ahmet Öğüt, Füsun Onur, Mario Rizzi, Nasra Şimmes, Erdem Taşdelen,
Cengiz Tekin, Güneş Terkol, İrem Tok, Uygur Yılmaz.
Sergiye
paralel olarak yayınlanan ve Christoph Thun-Hohenstein, Simon Rees ve Bärbel
Vischer’in yayıncılığını üstlendiği, Vasıf Kortun, Mario Levi, Markus Neuwirth,
Bige Örer, Nikos Papastergiadis, Simon Rees, Gerhard Roiss, Christoph
Thun-Hohenstein ve Bärbel Vischer tarafından kaleme alınmış yazılardan oluşan
Almanca/İngilizce sergi kataloğu da Türk Çağdaş Sanatını yakından takip edenler
için önemli bir kaynak.
OMV Grup CEO’su Gerhard Roiss, Türk Çağdaş
Sanatına verdikleri destek ve “Mucizevi Göstergeler” sergisi ile ilgi şu
açıklamayı yapıyor: “OMV, Viyana MAK Sergi Salonu’nda gerçekleştirilen
‘Mucizevi Göstergeler: Bugünün İstanbul’unu Aramak’ sergisinin ana sponsorudur.
Uluslararası bir petrol ve doğal gaz şirketinin İstanbul’u konu alan modern
sanatla ne ilgisi olduğunu merak edebilirsiniz. Açıklamama izin verin:
Uluslararası faaliyet gösteren bir şirket olarak OMV kendisini kurumsal sosyal
sorumluluğa adamıştır. Sponsorluk, bu sorumluluğu üstlenme yöntemlerimizden
biridir. Sporda ve sosyal konularda uzun bir sponsorluk geçmişine sahibiz.
Sanat ve kültür alanındaki faaliyetlerimiz ise, göreceli olarak yeni
sayılabilir. Modern güzel sanatlar alanındaki sponsorluğuyla OMV, Avusturya,
Romanya ve Türkiye’deki ana faaliyet alanları arasında kültürel bir diyalog ve
kültür alışverişi oluşturulmasına katkıda bulunmaktadır. Burada odak noktamız,
uzun süreli ortaklıklar, ortaklarımızla geliştirdiğimiz projeler ve ayrıca genç
sanatçıları desteklemektir. İnsanları ve sanatı birbirlerine daha da
yakınlaştırarak farklı bakış açıları ve düşünce şekilleri konusunda daha iyi
bir anlayış geliştirilmesine ve önyargıların aşılmasına katkıda bulunmak
istiyoruz.
Modern
sanata olan kişisel ilgim, birçok farklı ülkeden sanatçıların hayatlarıyla
ilgili bilgi sahibi olmamı sağladı. Ve benimki sanatın içsel değerleri ve
kritik sorularıyla zenginleşmiş olan tek hayat değil. Sanat ayrıca toplumun
dikkatinin küresel sorunlara ve bugün için önemli olan sorulara çekilmesine de
yardımcı oluyor. Örneğin, sanat, iş ve politikanın rolleri nasıl yeniden
dağıtılacak?
Son
birkaç on yıl içerisinde, toplumumuzda pek çok yeni sorun ortaya çıktı. Yeni
iletişim yöntemleri ve hareketlilikle birleşen ve ön plana çıkan kimlik, göç ve
özgürlükle ilgili konular şu anda hayatlarımızı yeniden tanımlamakta. Sanatı
deneyimlemek, insanların işyerindeki sorunları veya işle ilgili zorlukları
yaratıcılık yoluyla çözmesine yardımcı olabilir. Sanat, kontrolümüz dışındaki
şeyleri değiştirebilir. Hem iş hayatında hem politikada hem de toplumlarda
yenilikler fikirlerden ortaya çıkar. OMV, 2011 ve 2012’de gerçekleştirilen
VIENNAFAIR The New Contemporary organizasyonlarında, İstanbul’daki sanat
galerilerinin Türkiye’den modern sanat örneklerini sunduğu ‘DIYALOG: Art from
Turkey’ özel projesiyle Viyana ve Boğaziçi arasındaki diyaloğu başarılı bir
şekilde başlatmıştı. Avrupa’nın en önemli ve yenilikçi müzelerinden biri olan
MAK’ın bizlerle ortaklık yaparak yalnızca Avusturya’da değil, Avusturya
sınırlarının ötesinde de Türk sanatı konusunda bir bilinirlik oluşmasını
sağlayacak İstanbul hakkındaki bu oldukça zengin ve benzersiz sanat sergisini
Viyana’ya getirmesinden gurur duyuyoruz.
‘Mucizevi
Göstergeler: Bugünün İstanbul’unu Aramak’ sergisi, bizlere yabancı ancak yine
de tanıdık bir ülkeden, Türkiye’den ve onun çeşitlilik arz eden, istekli,
kendine güvenli ve modern metropolü İstanbul’dan enstantaneler sunuyor. Bu
sergiyle heyecan verici bir keşif yolculuğuna çıkıyoruz. Yurtiçinden veya
yurtdışından sanatçıların kendi ülkeleri hakkındaki algıları, bizleri perdenin
arkasına bakmaya davet ediyor. İşaretleri nasıl yorumlayacağımız ve sanatın
harika dünyasını kendi kendimize keşfedip edemeyeceğimiz, bizlere ve serginin
ziyaretçileri olarak sanatı sürdürülebilir ve pozitif değişim için bir itici
güç olarak takdir etme becerimize bağlı.”
Daniela Auer, OMV İç İletişim ve Halkla
İlişkiler Müdürü ise
sergi ile ilgili röportajımızda çağdaş sanata verdikleri desteğin devam
edeceğini belirtiyor: “OMV,
Türkiye’de çağdaş sanatı desteklemeyi ilke edindi. İlk olarak 2011 yılında
Viyana Fuarı’nda İstanbul’dan bu fuarda yer almak isteyen galeriler, OMV
sponsorluğunda sanatçılarının eserlerini sergiledi. Viyana’da, Türk Çağdaş
Sanatı, halk ve basından büyük ilgi gördü. Buradan aldığımız güç ile 2012
yılında yeniden Viyana Fuarı’nda Türk Çağdaş Sanat Galerilerinin OMV
sponsorluğunda yer almasını istedik. Viyana’da Türk Çağdaş Sanatına büyük ilgi
görmeye devam etti ve OMV de şimdi Avusturya’nın en önemli müzelerinden MAK’ta
‘Mucizevi Göstergeler: Bugünün İstanbul’unu Aramak’ sergisinin sponsorluğunu
yapıyor. Çağdaş Sanat ile topluma ve sanatçılara destek verebileceğimize
inandık ve bu yolda çalışmalarımıza devam edeceğiz. Ayrıca önümüzdeki yıllarda
Çağdaş Avusturyalı Sanatçıların eserlerini İstanbul’da sergilemeyi düşünüyoruz.
Viyana
Fuarlarında sanatçılara destek vermek adına İnci Eviner’in ‘Manifestolar’
videosunu, Ahmet Oran’ın eserlerini satın aldık ve OMV Binası’nın kamuya açık
alanlarında sergiliyoruz. OMV CEO’su Gerhard Roiss de çağdaş sanatı çok
seviyor, büyük bir koleksiyoner değil ama çeşitli önemli eserlere sahip. CEO
olarak ilgi alanı olan çağdaş sanata destek vermeyi çok seviyor. Ana amacımız
OMV bünyesinde büyük bir koleksiyon oluşturmak değil, biz çağdaş Türk
galerilerini ve sanatçıları desteklemek istiyoruz.” (www.MAK.at, www.poas.com.tr).
CANAN DAĞDELEN
“Sergi
konsepti MAK Müzesi’nin küratörleri tarafından hazırlanmış. Bence birinci
enteresan olan tarafı iki-üç jenerasyonu kapsaması, bu benim çok hoşuma gitti.
Burada çok değişik işler de var, böylece İstanbul’da neler olup bittiğine dair
oldukça geniş bir yelpazeyi ve İstanbullu ve Türk sanatçıların uluslararası
arenada neler yaptığını görebiliyoruz. Bu müze aslında uygulamalı sanatlar
müzesi, çok özel bir yeri var Avrupa ve Viyana’da. Bu yüzden de seçilen eserler
de materyal ağırlıklı, bunun yanında videolar ve mekanı kapsayan enstalasyonlar
da var. Benim eserim ise bir yazı. Benim çalışmalarım kaligrafi ağırlıklıdır ve
ilk öyle başladım çalışmalarıma. Burada ‘Selâm’ kelimesini seçtim. Serginin
girişinde yer alması da anlamlı. ‘Selâm’ kelimesi aslında günlük yaşamda çok
kullandığımız bir kelime. Ayrıca çok güçlü bir manası var, Allah’ın
isimlerinden biri. Burada “‘Selâm’ kelimesini kürelerle çözümledim. Daha önceki
çalışmalarımda da küreler kullandım, mimari yapıları kürelerle çözümleyerek en
küçük birimine indirmek işlerimin bir parçası. Burada da yazıyı aynı şekilde
kurguladım, bu çalışmada boşluklar da çok önemli, iki topun arasındaki boşluk
da önemli. Bir tanenin bütünüyle ilişkisi. Yazının yerden koparılarak, duvarın
yukarısına doğru konumlandırılması da önemli. Havada uçuyor gibi. Diğer bir
taraftan sanki bizim kültür tarihimize de gönderme yapıyor çünkü Osmanlı
zamanında, Harf Devrimi’ne kadar Arapça kullanıyorduk, şimdi Latin harfleriyle
Arapça ‘Selâm’ kelimesini yazmak, bizim kültürel tarihimize de gönderme
yapıyor. Bunlar porselen toplar ve tek tek elle yapıldı, aslında beş renk var,
siyahın tonlarından maviye geçiş var ve benim kendi el yazımın büyütülmesiyle
oluşturdum, böylece tamamen geleneğe ve kaligrafiye uzanan bir çalışma.”
CANAN
“Küratörler
tarafından sergi için ‘İbretnuma’ çalışmam ile davet edildim. ‘İbretnuma’,
ibretlik anlamına geliyor, “Binbir Gece Masalları”nın bir diğer adı. Hem
kurgusal hem de başlık açısından “Binbir Gece Masalları”na referans vermeyi
uygun buldum. Eskiden Doğu masalları ‘bildirirler ki’ diye başlarmış, ben de
burada masalla bir çeşit sözlü tarih aktarımı yapıldığını düşündüm ve o yüzden
kurgusal açıdan bir kadının hayat hikayesinden yola çıkarak bir sözlü tarih
aktarımına niyetlenerek bu işe başladım. Yazılı tarihin eksik bıraktığı ya da
yanlış aktardığı şeyleri sözlü tarihin tamamladığını düşünüyorum. ‘İbretnuma’
da bir kadının hayat hikayesinden yola çıkarak aslında cinsiyetçilik, aile
eleştirisi, kadın güzelliği, göç kavramını, oryantalistleştirmeyi irdelemeye
çalıştım. Bir kadının hikayesinden yola çıkarak birkaç kuşağın hayatına bakma
şansına sahip oluyoruz. Başlangıçta toplumsal cinsiyet inşası, modernleşme
üzerine kuruluydu, yakın Türkiye tarihinde ise, toplumsal cinsiyet inşası,
muhafazakarlaştırma üzerine gidiyor. Her ikisinde de kadın vücudu bir siyasi
araç olarak kullanılıyor, asıl bu içerik açısından kurgulandı. Bunun dışında da
hem görsel açıdan hem içerik ile uyumlu olması için minyatürleri kullanmayı
tercih ettim. Minyatürler burada bir çeşit öteki sanatı tanımlıyor,
ötekileştirmeyi tanımlıyor. Hem görsel açıdan hem de kavramsal olmasını tercih
ettim.”
EMRE HÜNER
Emre
Hüner’in, dünyayı tekrar çeşitli kültürlerin kalıntılarından kopyalayan ve daha
önce Manifesta 9 kapsamında sergilenen “A Little Larger Than the Entire
Universe (2012)” adlı geniş çaplı eseri, ekinlikte öne çıkıyor. Sanatçının
projesinde referans olarak kullandığı, NASA uzay programı, doğanın örnekliğinde
yaratılmış seramik heykeller ya da basit bir alet, bilim, ilerleme ve ütopya
arasında, bir ara birim görevi görüyor ve Hüner çalışmasının detaylarını
anlatıyor: “Buradaki iş birçok farklı malzemeyi kullandığım heykel ve
heykelciklerden ya da bulunmuş nesnelerden oluşuyor. Farklı farklı birçok fikri
bir araya getiriyor. Aslında benim bütün işlerim tek bir fikirden değil, birçok
kaynağın bir araya gelip tek anlatı yaratması ile oluşuyor. Bu iş Manifesta
9’da sergileneceği için ilk olarak, oradaki mekana bir yandan referans veren,
eski kömür fabrikaları, madenleriyle ilişkisi olan, ama bunun sadece endüstri
sonrası toplumla olan ilişkisini değil, bir yandan tarih öncesiyle olan
ilişkisini de irdeliyor. Burada fosilleşme var, madenlerin oluşmasıyla ilgili
fikirler var. ‘Carboniferous’ diye jeolojik bir dönem var. Taşlaşmış,
fosilleşmiş, organik maddelerle alakalı, yani kömürün oluşumu o dönemde olmuş.
Biraz bu döneme gönderme yapan formlar var ama aslında işin birçok farklı
noktası var. Ben heykelleri bir yıl içinde farklı farklı dönemlerde yaptım ve
benim işlerim hep eski işlerimden tekrar başlayarak doğuyor. Bu çalışmam için
Amazon’da Brezilya’da Fordlandia diye bir yere seyahat yaptım. Fordlandia,
1920’lerde Ford’un kurduğu bir kauçuk fabrikası. Amazon’da ormanın ortasında
ama aynı zamanda bir iş çıkıyor ortaya. Burası, hem Manifesta 9’daki kömür
madeni ve iş toplumu ile hem de kapitalist üretimin, mimari ütopyanın insan,
mimari, endüstri doğa ilişkisinin kalıntılarını görebildiğim bir yerdi. O
yüzden benim çok ilginçti. Manifesta 9’da bu kalıntılarla ilişkili ve hayal
ürünü medeniyetlerin, geçmiş ile geleceğin çizgisel anlamda değil de daha
döngüsel bir arada bulunduğu bir zamanın, o boyutsuzluğun hissedilmesini
istiyorum bir şekilde. Ve bu bir manzara yaratarak ortaya çıkıyor. İşin aslında
bir anlatısı var, bu anlatıyı bir şekilde izleyicinin kendisinin hissetmesi
gerekiyor. Belli bir hikaye anlatmıyorum ama jeolojik dönemlere ya da
endüstriyel formlara ya da fosillere veya araçlara, taşıtlara, işi üretirken
işten arta kalan malzemelere, doğaçlama çizimlere, bitkilere bir şekilde
göndermeler yapıyorum. Bunun içinde tasarım ile ilgili bazı malzemeler var,
buluntu nesneler, uydu kalıntısı… Benim fikirlerim böyle doğuyor. Burada ‘uçuş’
kavramı önemli, benim için uçuş bir anlamda moderniteyi temsil ediyor ve bu
endüstriyel üretimin uçmakla, dünya üzerinden başka gezegenlere gitmekle
alakası var ve bu şekilde bizim teknolojimizin en üst seviyesi. Dolayısıyla
uzay programı, Mars’a iniş, Mars yüzeyi gibi coğrafyaları ve oradaki madenlerin
de kullanımını bir yandan irdeliyor. Bu formlar aslında bilim kurguyla modern
heykel arasında bir ilişki de yaratmaya çalışıyorlar. Bir yandan ilkel,
primitif mimari, primitif heykelcikler, aletlerle hayali bir gelecek üzerinden
bugünü yeniden kurmanın bir çabası var.
Ben
işe sadece yerleştirme olarak bakmıyorum, bu biraz detaylarında kaybolmak
gerektiriyor. Bu benim animasyon işlerimden heykelleştirilmiş bir iş. Çalışma
biçimim hep detaydan bütüne giderek oluyor. Bu çalışmam da öyle. Burada çizim
yerine heykeller, bir sürü nesnenin bir araya gelmesiyle oluşan bir şey.”
Animasyon işleriniz devam ediyor mu?
Son
dört yıldır hiç animasyon işi yapmadım, video ve iki adet 12 mm film çektim.
Bunları İstanbul’da hem Rodeo Gallery’de hem de Nesrin Esirtgen Collection’da
Mart ayında göstereceğim. Bu yeni çalışmalarımın ‘A Little Larger Than the
Entire Universe’ işimle alakası var. Yine ütopya mimarisi ve kalıntıları, bunun
spekülatif edebiyat ile alakası ve bunlardan ortaya çıkan formlar ve bu
formların kurduğu ilişki ile alakalı. Filmlerden iki tanesi burada görmüş
olduğunuz heykelleri başka mekanlar içinde, ölü doğa şeklinde yeniden
kurgulayan ama daha deneysel yapısı olan filmler. Ama tamamen burada
sergilediğim iş üzerinden yeniden kurduğum iki film. Ve de Hawaii’de kaldığım
süre içinde oradan topladığım şeylerle yaptığım başka bir film var.
CEVDET EREK
Serginin
orta noktasında, 2012 Nam June Paik Ödülü’ne layık görülen Cevdet Erek’in özel
olarak aydınlatılmış sergi salonunun merkezi için geliştirdiği minimal ve
mekanı kavrayan enstalasyonu, sanatçının bir müdahalesi olarak göze çarpıyor.
Müzenin tarihine ve mimari yapısına yaptığı atıfta Erek, gün ışığını tasarım
aracı olarak kullanıyor ve geçici mimari aracılığı ile mekan ve ritme duyduğu
ilgiyi belirginleştiren metaforik bir ifade yaratıyor. Cevdet Erek çalışması
ilgili şu açıklamayı yapıyor: “Bu sergi için özel bir hacim yarattım. Serginin
ortasında bir avlu gibi duruyor. Ama asıl fikri şudur, on yıldır kapalı duran
doğal ışığı açtırmak. On yıldır tavan kapalıymış, gün ışığı içeri girmiyormuş.
Amaç bu ışığı içeri almak, bir performans aslında. Sonra etrafını perde ile
kapattık, duvar gibi ama ışığı geçirebilecek ama sesi içeriye almayan, sesi
emen bir malzeme kullandık. İşin adı ‘Yeniden Aydınlanma’, hani birinin evine
gidersiniz ve karanlıktır, ‘aç şu pencereleri’ falan dersiniz, onun gibi. Amaç,
mekanın ortasında doğal ışıklı bir hacim yaratmak. Çok sade bir fikirden ortaya
çıkıyor. Ortaya bir cisim koymak değil de, ışıkla aydınlanan hacmin kendisini
serginin ortasına koymak bana çok uygun geldi.”
AHMET ÖĞÜT
“Bu
sergideki işi küratörler seçti. İlk olarak,i 2011 yılında Lizbon’da yaptığım
bir yerleştirme işiydi, eş zamanlı olarak Diyarbakır’da kamusal alan
projesiydi. İlk sergilediğim zaman avuç büyüklüğünde on tane taş vardı, o
taşların üzerine -özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan bir gelenek
olan “Nose Art” olarak adlandırılan- Amerikan savaş uçaklarının üzerine
askerlerin yaptığı resimlerden seçtiğim on tane grafiti ya da askerlerin kendi
yorumlarıyla yaptıkları resimleri, -çoğunlukla naif resimler- aktardım. Resimlerin
ortak noktası da, ya bir çizgi film karakteri oluyor, hayvan oluyor ya da
askerlerin kendi yarattıkları bir karakter oluyor. Bunu bombalar ile
ilişkilendiriyorlar, bomba taşıyorlar, bomba atacaklar, zaten bombardıman
uçakları tehlikeli, bir de rahatsız edici bir mesaj var karşı tarafa,
gidecekleri yere. Ama karşı taraf bu mesajı görmüyor, aslında bu mesajı
kendilerine veriyorlar, uçağın üzerindeki mesajı sadece kendileri görüyor.
Aslında vicdani olmayan bir durum var. Ben bunu güçlü silah olan bombardıman
uçağından, en güçsüz silah olan taşa aktardım. Bir de o dönem Türkiye’de, taş
atan çocuklar ile ilgili bir tartışma vardı, birçoğu bir yıla yakın gözaltında
tutulmuşlardı. Bunun hukuki olarak tartışması vardı, 18 yaşın altında olan bu
çocukların gözaltında tutulması tartışılıyordu. Ben bunu onlara bir hediye gibi
düşündüm. Lizbon’da bu proje başladığında on taş vardı ve her üç günde bir
Fedex’ten bir kurye geldi, bir taşı Diyarbakır’daki arkadaşıma gönderdim,
onları teslim aldı ve sokakta bıraktı. Bıraktıktan sonra da ne olduğunu
bilmiyoruz, büyük ihtimalle birileri gördü. Şu anda bir tane kaldı, o da arşiv
gibi, diğerlerini temsilen duruyor. Diğerlerinin fotoğrafları var, bir tanesi
de fiziksel olarak duruyor. Burada sergilenen boş kaideler de o süreci temsil
ediyor. Süreç üzerine kurulu bir iş. Lizbon’da şık bir enstalasyon iken,
Diyarbakır’da kimsenin nereden geldiğini bilmediği, bir anda yolda bulduğu,
üzeri resimli bir taş. Uzaydan inmiş gibi duruyordu herhalde, hiç kimsenin
tahmin edebileceği bir şey değil. Oyunsu, çocuksu görünüyor. Bulan kişi
saklamıştır ya da bulunmamış da olabilir. Ne zaman karşıma çıkar ya da çıkar mı
hiç bilmiyorum ama burada benim için ilgi çekici olan, bir tarafta çok şık bir
enstalasyon iken, öbür tarafta bilinmez bir şey olması. Bilinmezlik ya da onu
bulan kişinin bunun bir sanat eseri mi ya da ne olduğunu, nereden geldiğini
bilmemesi. Bilinmezlik esas merak uyandıran şey, o merak da onun üzerine
düşündüren şey, esas olan düşünceyi tetiklemek. Taş yerde dururken bir işlevi
yok.”
SİBEL HORADA
“Bu
sergideki çalışmam, benim İstanbul’daki ilk kişisel sergimden geriye kalanlar
diyebiliriz. Daire Galeri’de 2012 yılının Haziran ayında başlayıp Eylül ayının
sonunda biten ilk kişisel sergimden. Yangın ile ilgili çalışmaya karar vermeme
gelince; İstanbul çok değişen bir şehir ve bu kadar unutuşla, mekanların
değişmesi, bir takım şeylerin unutturulması ile denk düşüyor ve ‘böyle bir
yerde nasıl yaşanır’ gibi şeyler üzerine düşünürken, yangın ile ilgili bir
şeyler çıkarabileceğimi düşündüm ve tam o esnada gerçekten yanmış bir evin
kalıntıları ile karşılaştım. Orada çekici bir şeyler olduğunu hissettim. Sergim
için gerçek yanmış bir evden malzemeler topladım ve Daire Galeri’de sergiyi
yaptığımda, ilk odaya 60-70 tane yarı yakılmış kasalardan bir enstalasyon yerleştirdim.
MAK’taki sergilemeden biraz daha farklı bir şekilde, üst üste, mimari bir form
gibi duruyorlardı. Tabii bu enstalasyonunun çok keskin bir kokusu vardı, yeni
yangın geçirmiş, o is kokusu çok güçlü bir koku. Arka odada ise ‘Yangın
Günlükleri’ diye bir çalışmaya başladım, serginin başında çok az şey vardı.
Serginin sonuna doğru oradan, yangına, unutuşa dair bir anlatı çıkarmayı
hedefledim. Süreç içinde bulunmuş nesneler, ses kayıtları, karşılaşmadan
seçtiğim nesneler, şeritsiz bir daktilo ile yazdığım sessiz notlarla o anlatıyı
oluşturdum. Notların sessiz olması benim için şöyle önemliydi, mürekkebin
olmayışı, ilk başta onların hiçbir şeyi yokmuş, iz yokmuş gibi düşündürtüyor,
fakat okumak çok kolay olmamakla birlikte, hemen bağırmamak ile birlikte,
okumak çok mümkün. Aslında mesele güneşten, ışıktan solabilecek bir mürekkep
izinden çok daha kalıcı izler daktilonun, tuşların bıraktığı vuruşlar. Ve
sessizlik ile ilgili nasıl konuşabilirim diye düşündüm: Geçmiş yüzyılın bir
sessizliğini ortaya çıkaran, İzmir yangını, şu anda konuşulan bir şey ama ben
ilk olarak aslında iki yıl önce Amsterdam’da bulduğum bir kartpostal
vasıtasıyla öğrendim. Böyle bir yangın olduğunu bilmiyordum, hele ki öyle bir
tarihte, hemen Kurtuluş Savaşı’nın akabinde böyle bir şey olduğunu bilmiyordum
ve Amsterdam’da Sahaflar Çarşısı’nda böyle bir kartpostaldan öğrenince, o
konudaki sessizlik ile ilgili nasıl konuşabilirim diye düşündüm. Viyana’daki
sergideki yerleştirmeyi nasıl yapacağımı bilmiyordum, Daire Sanat’taki sergim
bittiği zaman, 60 kasanın çoğu kısmını yakılıp, -sergideki fotoğraflarda
gördüğünüz gibi- kül haline gelmişti ve bir kısmı da galeride kalmıştı. Onlar
buraya geldi, buradaki yerleştirme de anıt alanlarını çağrıştıran bir etki
bıraktı bende ve burada yerine oturdu gibi. Bundan sonra İzmir’e Port-İzmir
etkinliğine gidecek bu enstalasyon.
HALİL ALTINDERE
“Sizin
de bildiğiniz gibi bu güncel sanatçıların katıldığı bir grup sergisi. Aslında
90’ların ve 2000’lerin sonlarına kadar bu çok problemetik bir alandı. Çünkü
ülke temsili, etnik yapı, coğrafya ya da dini inanç temsilli sergiler
beraberinde tehlikeli bir bakış açısını da getirdiği için, biz ve bizden önceki
kuşak bu tip grup sergilerine mesafeli davranmaya gayret ettik. Hatta 1993’ten
2010’lara kadar bu türde temsil sergilerini reddetmiştik, ta ki yabancı
küratörlerin Türkiye’ye geldiklerinde bütün ön yargılarından arınıp, seni
sanatın ve ismin için bir sergiye davet ettiğine ikna ettiği zaman, teklifi
kabul edebiliyoruz. Daha öncelerde 80’lerde ve erken 90’larda sadece Türk diye,
Müslüman, Ortadoğulu diye insanlar gelip gönül rahatlatma ya da post
kolonyalist yaklaşma turları şeklinde eserleri seçip, sergiler yaptıkları için
biz de durumla ilgili tavır almıştık, ama ne yazık ki arada “Turkish Delight”
tarzı sergilere katılan sanatçılar da olmuştu. Ta ki insanlar bu tavrımızı ve
gerçekten yapılan işlerin birbiri ile olan diyaloğu ya da kavramsal
çerçevesinden yola çıktıkları bir sergi önerileri olduğu takdirde katılmaya
başladık. Bu sergi de bu anlamda beni şaşırttı, çünkü uzun zamandır bu tip
sergilere katılmıyordum. Sergide, farklı pozisyondan ve jenerasyondan sanatçılar
var, 15-20 kişi. 2000 metrekarelik sergi mekanını gezdiğimde hiçbir yerinde ‘ya
burası Türkiye sanatı, bu şunu çağrıştırıyor’ gibi bir izlenim yok. O yüzden
farklı bir döneme işaret edebilecek bir sergi bu. Tek tek hem sanatçılar hem
yapıtlar hem de yapıtların diyaloğunda dünyanın herhangi bir yerinde
olabilecek, çok sesli, çok yapılı güncel bir sergi olmuş.
Sergide
iki yapıtım var, iç salonda “Homage to Serge Gainsbourg” çalışmam var. Çünkü
1999’dan 2008’e kadar “art-ist” isimli güncel sanat dergisinin yayıncılığını ve
editörlüğünü yaptım. Arada da daha çok belleğe ilişkin kitaplar çıkarmaya devam
ediyoruz. O, oto portrede bir belleği oluşturan, aynı zamanda da bir belleği
bir çırpıda yakan bir pozisyon var. Oto portre diyebileceğimiz bir iş. “Boxing
Bag”, kum torbası işinin ise daha fetiş ve daha davetkar bir durumu var,
insanların yumruk atmasıyla ilişkili. Ama işin malzemesi ile ilgili bir sorun
var, ne kadar gerçekçi görünse de aslında bu mermerden dökülmüş bir iş.
İnsanlar yumruk atmaya kalktığı zaman ellerinde bir acı hissediyor. Bu günümüz
sanatının ne olup olmadığıyla ilgili de bir soru. İzleyiciler artık sergilerden
sadece estetik bir haz ile dönmek zorunda değiller, bazen ellerindeki ağrıyla
dönebilirler. Sanatın ne olduğunu sorgulamalarını istedim. Bunu seçmemin bir
başka nedeni de, Türkiye ve temsil ile ilgili bir sergiye katıldığınızda
tamamen o beklentinin ötesinde ve hiçbir zamana ve mekana ait olmayan bir eser.
İnteraktiflik ve deneyimi de öngören ve tasarlayan bir yapısı var. Başta da
belirttiğim gibi bütün bu kavram ve tartışmaların ötesinde, izleyici farklı bir
deneyime teşvik ediyor.
Yazı: Ümmühan Kazanç, Artam Global Art, Sayı:22, Mart-Nisan 2013.
20 Eylül 2013 Cuma
SHIRIN NESHAT: “Türkiye’ye gelmek evime dönmek gibi…”
SHIRIN NESHAT: “Türkiye’ye gelmek evime dönmek gibi…”
1957 yılında İran’ın Kazvin şehrinde doğan Shirin Neshat, uzun yıllardır New York’ta yaşıyor. Batı hayranı doktor babasının etkisiyle, Tahran’daki yatılı Katolik bir okula devam eder. Babasının Batı ideolojilerini benimsemesiyle, Neshat da Batı feminizminin bir biçimini kabul eder. İran Devrimi’nin başladığı dönemde Neshat, ülkesinden ayrılır ve Los Angeles’e sanat eğitimi almaya gider. Devrim’den bir yıl sonra San Francisco körfez bölgesine gider ve Dominican Kolej’e başlar. Daha sonra UC Berkeley’de üniversite, master ve güzel sanatlar master’ını tamamlar.
1957 yılında İran’ın Kazvin şehrinde doğan Shirin Neshat, uzun yıllardır New York’ta yaşıyor. Batı hayranı doktor babasının etkisiyle, Tahran’daki yatılı Katolik bir okula devam eder. Babasının Batı ideolojilerini benimsemesiyle, Neshat da Batı feminizminin bir biçimini kabul eder. İran Devrimi’nin başladığı dönemde Neshat, ülkesinden ayrılır ve Los Angeles’e sanat eğitimi almaya gider. Devrim’den bir yıl sonra San Francisco körfez bölgesine gider ve Dominican Kolej’e başlar. Daha sonra UC Berkeley’de üniversite, master ve güzel sanatlar master’ını tamamlar.
Okulunu bitirdikten sonra New York’a taşınır ve Storefront Sanat ve Mimari’nin yöneticisi Koreli küratör Kyong Park ile evlenir. Burada, ilerideki sanat yaşamında etkili olacak birçok farklı ideoloji ile tanışır. Bu süre zarfında ciddi anlamda bir sanat üretimi yoktur. 1990 yılında İran’a gider ve hatırladıkları ile gördükleri arasındaki ciddi fark onu şok eder. Neshat’ın ilk dönem fotoğraf serilerinde “Unveiling (Peçeyi Açma)” (1993) ve “Allah’ın Kadınları” (1993-97), kendi ülkesindeki İslami köktencilik bağlamında kadınlık kavramını inceler. Bu serideki tüm kadın portrelerinin üzerine kaligrafi uygular. Neshat, çalışmalarında çağdaş İslam toplumlarındaki kadınların sosyal, siyasal ve psikolojik deneyimlerinin boyutlarını ele alır. Ayrıca Farsça şiir ve kaligrafi kullanarak, şehit, sürgün alanı, kimlik ve kadınlık sorunları gibi kavramları inceler.
2001-02 yıllarında, şarkıcı Sussan Deyhim ile işbirliği yaparak “Logic of the Birds” isimli multimedya çalışmasını gerçekleştirir. Video çalışmaları arasında “Anchorage” (1996), “Shadow under the Web” (1997), “Turbulent” (1998), “Rapture” (1999) ve “Soliloquy” (1999) bulunuyor. 1999 yılında 48. Venedik Bienali’nde “Turbulent” ve “Rapture” çalışmaları ile “Uluslararası Ödül”e layık görüldü. 2009 yılında Shahrnush Parsipur’un aynı adlı romanından esinlendiği, uzun metrajlı “Women Without Men” filmiyle 66. Venedik Film Festivalin’de Altın Aslan ödülünü aldı. 2006 yılında, sanat dünyasının en önemli ödüllerinden olan The Dorothy ve Lillian Gish Ödülü’ne layık görüldü. Bugüne kadar dünyanın sayılı galeri ve müzelerinde sergi açan, bienal ve sanatsal etkinliklere katılan Neshat’ın eserlerini ilk satın alan kişiler arasında yine dünyanın bir diğer önemli kadın fotoğraf sanatçısı Cindy Sherman bulunuyor.
Sayın Shirin Neshat, sizinle röportaj yapmak büyük bir keyif. Çok teşekkür ederiz. Bazı çalışmalarınız 5. Uluslararası İstanbul Bienali’nde (1997) gösterilmişti. Fakat ilk kez kişisel bir sergi için İstanbul’a geliyorsunuz. Çağdaş Türk Sanatı takipçileri, dünyadaki diğer sanatseverler gibi sizin fotoğraflarınızı, özellikle “Allah’ın Kadınları” serinizi çok yakından biliyor. 1990’lı yıllardan bu yana dünyanın her yerinde kişisel ve solo sergileriniz oldu, fakat İstanbul’da ilk kez. Bu sergi hakkındaki duygularınızı öğrenebilir miyiz?
Öncelikle İstanbul’da sergi açmak çok heyecan verici. Evet söylediğiniz gibi çok uzun bir süre önce İstanbul’da eserlerim sergilenmişti. Eserlerimin içeriği bu süre zarfında çok değişti, o yüzden tekrar burada olmak çok güzel. Benim için bundan daha önemli olan Türkiye, benim için çok özel bir ülke. İran doğumluyum ve ülkelerimiz sınır komşusu. Ülkemden sürgün edildiğim içim ailem ile Türkiye’de buluşuyoruz. Ayrıca Türkiye ve İran’ın kültürel, politik ve duygusal açıdan birçok ortak yanı var. Benzer müzikler, benzer şiirler… Her ikisi de eski medeniyetler olduğu için birçok kültürel bağ var. Çağdaş olarak baktığımızda da aynı ilişkiler devam ediyor. Gerçekten bu sergi vasıtasıyla tekrar burada olmak büyük onur ve keyif. Yıllarca Batılı ülkelerde çalıştıktan sonra, Türkiye’de olmak çok güzel. Doğu’da sergi açtığım tek ülke Türkiye. Biliyorsunuz İran’da sergi açamıyorum, hatta ziyarete bile gidemiyorum. Türkiye’ye gelmek evime dönmek gibi bir duygu benim için.
10 Mayıs’ta Dirimart’ta ve 11 Mayıs’ta santralistanbul’da yapılacak sergi açılışlarınızda bulunacaksınız. İstanbul’da ziyaret etmek istediğiniz yerler var mı? Belki de İstanbul yeni bir fotoğraf seriniz için ilham kaynağı olur?
İstanbul’u gezmek için defalarca geldim, çok yakından bildiğim bir şehir. Kapalıçarşı’ya tekrar gitmeyi çok isterim, turistik bir gezi yapmayı düşünmüyorum. Bunların hepsini zaten gördüm. Sadece etrafta yürümek istiyorum. Pera Palas ve Büyük Londra Oteli’ni çok seviyorum. İstanbul Bienali için geldiğimde Büyük Londra Oteli’nde kalmıştım. İstanbul’da arkadaşlarım var. Aya Sofya, Mısır Çarşısı, Kapalıçarşı hepsi müthiş. Bence dünyanın en güzel şehirlerinden biri İstanbul. Manzara, insanlar, şehrin kokusu ve sesleri… Sanırım buraya aşığım. Şehrin enerjisini tekrar hissedeceğim için çok heyecanlıyım. Sergi için ailem de İran’dan geliyor. Babam, kız kardeşlerim ve onların çocukları… Onlarla zaman zaman İstanbul’da buluşuyoruz. Onlar da çok heyecanlı, uzun zamandır birbirimizi görmedik. İstanbul’a son geldiğimizde kız kardeşimin kızı burada evlenmişti. Ailemden yüzlerce kişi buradaydı. Daha sonra Bodrum’a gittik. Harika anılarımız oldu. Tabii ki bu arada İstanbul’da fotoğraf da çekiyorum. İstanbul Bienali için geliyorum şehre. Bir de Mardin’de iki video çektim, orayı da çok seviyorum ve çok özledim.
“Mourners (Yas Tutanlar)” olarak adlandırdığınız yeni fotoğraf seriniz Dirimart’ta sergilenecek. “Yas Tutan İnsanlar” konusunda çalışmaya nasıl karar verdiniz ve neden Mısır’da çalıştınız?
“Mourners (Yas Tutanlar)” serisinin yanı sıra başka fotoğraflar da olacak. 2012 yılında oldukça geniş çaplı bir çalışma olan “The Book of King” fotoğraf serimi New York’taki galerimde sergilemiştim. Bu seri Arap Baharı, İran’daki “Yeşil Hareket” ve genç insanlarla ilgiliydi. Genç insanların daha fazla demokrasi ve değişim için verdiği inanılmaz mücadeleyi ve enerjilerini sorguluyordu. Bir fotoğraf enstalasyonunda 65 fotoğraf vardı. Bazıları İstanbul’da çekilmişti. Geçen Kasım ayında Mısır’a gittim, çünkü Devrim’den sonra, üzüntü, kaybetme, ümitsizlik, hayal kırıklığı duyguları vardı. Ayrıca İran ve Orta Doğu’daki “tutku” duygusu da çok ilgimi çekti, birçok insan öldü. Sokaklardaki duygu çok üzüntü vericiydi. Mısır’da aynı zamanda başka bir film için de çalışıyorum. Devrim’den önce, Devrim boyunca ve Devrim’den sonra yaşananları görme imkanım oldu. Derin bir “kayıp” duygusu vardı. Bir grup fotoğraf çekmeye karar verdim. 2012 yılında sergilediğim “The Book of King” fotoğraf serim genç aktivist insanlar hakkındaydı. Buradaki portreler korkusuz, güzel ve cesurdu. Bu yeni serimde ise, bu insanlarla ilişkili olan kişileri fotoğrafladım. Yaşananlara şahit olan aile bireyleri ya da yaşlı insanlar. Belki onlar da yakınlarını kaybetmişti. “Mourners (Yas Tutanlar)” serisindeki fotoğraflar “kişisel ve ulusal kayıplar” hakkında. “Mourners (Yas Tutanlar)” serisi, çok geniş çaplı bir çalışma olan “The Book of King”in en son parçası. Fotoğraflar Kahire’deki stüdyomda çekildi. Bu insanlar, sıradan, çalışan sınıfa ait ve çok fakirler. Onlarla duygularını, hikayelerini paylaşmaya çalıştım. Ayrıca benimle birlikte fotoğrafları çekmeme yardımcı olan fotoğrafçı da sadece iki ay önce, 22 yaşındaki kızını kaybetmişti. Onlarla, keder ve kayıp duygusu hakkında konuştuk. İnsanlar ağlıyor. Bunları fotoğraflamak çok üzücüydü. O yüzden bu seri Arap Baharı’nın son bölümüne adandı.
Sanatsal kariyerinizin başından bu yana Müslüman toplumların sosyal, kültürel ve dini kodlarına ve kadın-erkek gibi bazı karşıtlıkların karmaşıklığına gönderme yapıyorsunuz. Ayrıca çağdaş İslam toplumlarında kadın kimliği, yeri ve rolünü vurguluyorsunuz. “Mourners (Yas Tutanlar)” serinizin sanatsal ve sosyal katmanlarına baktığımızda bize neler söylüyorlar. 1979 İslam Devrimi’ne gönderme yapan “Allah’ın Kadınları” (1993-97) serinizden farklı olarak erkek portreleri de kullanmaya başladınız? Yine Orta Doğu’da yaşanan değişimlerin ve Arap Baharı’nın izlerini görüyoruz sanırım.
Daha önce benim çalışmalarımda kadın ve erkek arasında büyük bir ayrım vardı. Şimdi yeni çalışmalarımda onlar birbirine çok daha yakın. Evet, çok haklısınız. Eğer benim ilk fotoğraflarımı düşünürseniz, “Allah’ın Kadınları”nda olduğu gibi, bu dönem İran’daki İslam Devrimi’ne denk geliyordu, din gerçek amacından uzaklaşmış ve çok baskındı, temel olarak kadın ve erkek birbirinden çok ayrıydı. Ayrıca kadınlar boyun eğiyor ve İslam dininin değerleri ile hareket ediyorlardı. Bugün, İran toplumuna, “Yeşil Hareket” döneminin fotoğraflarına ve videolarına bakarsak, sokaklarda en az erkekler kadar protesto yapan kadınları da görebilirsiniz. Bu durum tarihte yeni bir sayfaya işaret ediyor, yeni nesil daha eğitimli, kadınlar daha eğitimli, kadınların hiçbiri itaatkar, pasif ve kurban değil. Bu kadınlar, erkekler kadar aktif ve eğitim düzeyleri çok yüksek. Kadınlar, umutları tükenmiş görünmüyor, feminist de değil, erkeklerden nefret etmiyorlar, aksine çok feminen, çok güzeller, çok güçlüler ve kararlılar. Kadın ve erkek arasındaki ayrımcılık yavaş yavaş yok oluyor. İran’ın yeni nesli, din ve politik ideoloji ile ilgilenmiyor, onların ilgisini çeken demokrasi, özgürlük ve adalet. Bugün İran tarihini temsil eden resim bu. Eğer “Allah’ın Kadınları”ndaki eski fotoğraflarıma bakarsanız, buradaki portrelerin hepsi kadın ve dindar. Hatta yeni fotoğraflarımda kadınlar peçe bile takmıyor. Dinin hayatlarını yönetmesi ve kadın-erkek ayrımı fikrini reddediyorlar. Benim çalışmalarım gerçekten İran tarihindeki değişikliklerin yansıması.
Sizin hüzünlü portrelerinizi ileride gülerken görebilecek miyiz?
Aslında onlar ağlamıyor. Aslında hiçbir şey yapmıyorlar. Benim fotoğraflarımın çoğunda insanlar sadece bakıyor. Duygularını gerçekten göstermiyorlar. Evet, son seride ağlıyor gibi görünebilirler. Ben de onların gülmesini çok isterim ama 30 yıldan fazladır yas tutuyorlar ve hüzünlüler.
Ayrıca “Turbulent”, “Rapture”, “OverRuled” isimli üç video çalışmanızı da fotoğraf serginize paralel olarak santralistanbul’da izleme şansımız olacak. 1999 yılında 48. Venedik Bienali’nde “Turbulent” ve “Rapture” çalışmalarınız ile “Uluslararası Ödül”e layık görülmüştünüz ve tanırlılığınız uluslararası boyuta ulaşmıştı. “OverRuled” ise Performa’nın 4. edisyonu için hazırlanmıştı ve 2011 Kasım’ın da gösterilmişti. Ses ve şarkı, video enstalasyonlarınızın önemli unsurları. Bu videoların kavramsal altyapısı ve içeriği konusunda neler söyleyebilirsiniz?
Bu üç video çalışmamı birlikte sergilemek gerçekten çok önemli. Çünkü video işlerimin evrimini, çalışmalardaki değişiklikleri ve benzerlikleri gözler önüne seriyor. En son işim “OverRuled” ve “Turbulent”e bakarsanız, her ikisi de protesto hakkında. “Turbulent” videosunda kadınlar, geleneksel müziğin sınırlarını kırmaya çalışıyor. “OverRuled” videosunda ise, iki şarkıcı hükümeti protesto ediyor. “Rapture”da da aynı şekilde, cinsiyetler arasındaki eşitsizliklere bir karşı çıkış var. Kadınlar okyanus kıyısına geliyor, bir bota binip uzaklaşıyor ve erkekler kıyıdan bakıyor. Üç çalışma da benim sanat kariyerimdeki değişimleri gözler önüne sererken, müzik ve insanların güç için savaşma fikrini sorgulamaya olan tutkumu da anlatıyor. Protesto, savaş benim çalışmalarımda sürekli ortaya çıkan temalar. Bu çalışmaların hepsi siyah-beyaz. Sanırım benim videolarımı daha önce izleme şansı bulamayan Türk izleyicilerin, benim fikirlerimi anlaması için, küratörün bu üç videoyu seçmiş olması güzel bir fırsat.
“Book of Kings” (2012) fotoğraf serinize kadar, “Women Without Men” gibi daha çok film ve video çalışmalarınıza ağırlık vermiştiniz. Tekrar portre çalışmalarınıza geri döndünüz. Shirin Neshat’ın sanatı dediğimiz zaman ilk aklımıza gelen imge, portrelerin üzerine uygulanmış şiir ve kaligrafi. Şiir ve kaligrafi tutkunuz hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Video çalışmalarımda müzik, fotoğraflarımda şiir kullanmam benim için bir çeşit duygu aktarımı. Çalışmalarım sosyo-politik içeriğe sahip. Müzik ve şiir sayesinde, işlerimin politik boyutlarını tarafsızlaştırabiliyorum. Kaligrafi de aynı işleve sahip. Fotoğrafın üzerine yazdığım zaman, bir çeşit ses etkisi yaratıyor. Fotoğraflar sembolizm ile çok fazla yüklenmiş durumda ve birçok konuya gönderme yapıyor. Ve fotoğraflar oldukça karanlık. Kaligrafi onların daha güzel ve daha şiirsel görünmesini sağlıyor. Benim için videoda müzik, fotoğrafta kaligrafi kullanmanın aynı şiirsel ve duygusal ilişkisi var.
Detroit Institute of Arts’ın organize ettiği çok önemli orta-kariyer retrospektifiniz 7 Nisan’da açıldı ve 7 Temmuz’a kadar izlenebilecek. Neden Detroit?
Bu retrospektif beni çok heyecanlandırıyor çünkü bugüne kadar benim çalışmalarım ile ilgili yapılmış en geniş kapsamlı sergi. Ayrıca Detroit de çok büyüleyici, benim Amerika’daki en favori şehrim. Mücadele eden bir şehir. Zengin tarihi, mimari mirası var. Güçlü bir halkı var. Ayrıca ırkçı ayrımcılık nedeniyle, beyazların çoğu şehri terk etmiş durumda. Daha çok zenciler yaşıyor. Burada çok fazla şey yaşanmaya devam ediyor, müzik, sanat ve kültür etkinlikleri çok önemli. Detroit çelişkiler şehri, benim çelişki, güzellik kavramlarına dayanan çalışmalarıma çok uyuyor. Politik gerçekleri de temsil eden bir şehir. Sergimin burada olması fikri çok hoşuma gidiyor ve gurur duyuyorum.
Bildiğim kadarıyla “Women Without Men”den sonra ikinci uzun metrajlı filminiz ve Katar Ulusal Müzesi’nin siparişi olan bir video üzerinde çalışmaya devam ediyorsunuz. Bu gelecek projeleriniz hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Evet, şu anda Mısırlı şarkıcı Oum Kolthum (Ümmü Gülsüm) ile ilgili filmim üzerinde çalışıyorum. 1975 yılında yaşama veda eden ikon bir isim. Kadın olan bu şarkıcı, 20. yüzyılın en önemli figürlerinden biri. Sanırım birçok Türk dinleyici onun şarkılarını biliyordur. İki buçuk yıldır kendimi bu işe adadım ve Mısır’da birçok araştırma yaptık. 2014 yılında gösterime sunmayı planlıyorum. Katar Ulusal Müzesi’nin siparişi ise bir video çalışması. Katar’ın kültürünün, insanlarının, manzaralarının özünü yansıtan bir çalışma olacak.
Son olarak okuyucularımız için bir mesajınız var mı?
Röportaj için çok teşekkür ediyorum. Umarım Türk sanatseverler sergimi gezerler ve keyif alırlar. İstanbul’u ikinci vatanım olarak görüyorum ve orada olmak için sabırsızlanıyorum.
MEMDUH KUZAY: TUVALDE NEHİR GİBİ AKAN RENKLER
Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi mezunu
Memduh Kuzay, 1980 yılından bu yana Türkiye’de ve dünyanın çeşitli şehirlerinde
karma ve kişisel sergilere katılıyor. En son Tayvan’da sadece Türk modern ve
çağdaş sanatı konusunda uzmanlaşan Wingrow Art Gallery’de eserlerini sergiledi.
Kuzay, pop ve soyut ekspresyonist eserleri ile büyük ilgi görüyor.
Resimde özgün olmak
çok önemli. Memduh Kuzay’ı farklı kılan, onun resmini hayranlıkla izlenir kılan
çekici güç nedir?
Sanatın bütün yelpazeleri için “olmazsa olmaz” olan
özgünlüktür. Doğa yarattığı her bir insanın parmak izini bile farklı oluşturdu.
Sanatta özgünlük parmak izi gibi olmalıdır. Ülkemiz sanat dünyasında ne yazık
ki “özgün” olan, bir elin parmakları kadardır! Dünya sanatını yakından izleyen
herkes bunu bilir; bu bilgi donanımı ve “dikkat” ile ilgilidir. Bu da ülkemizde
fazlasıyla eksik olan bir şey… Sanatçı, herkesten önce kendi yaptığına, kendisi
âşık olmalıdır. Başka hiçbir sanatçının bir milim fırçası kendi tuvaline
değmemelidir -gerçi son zamanlarda kendi imzasını bile başkalarının yaptıklarıyla
ortaya çıkan “büyük” sanatçılar yok değil, sanırım Rönesans’ın usta-çırak sistemine
henüz yeni ulaştılar-.
İçimde yaşattığım sanatıma olan tutkuma yıllardır edindiğim
bilgimi de ekleyince, günde en az 15 saatimi atölyemde geçirince bu güç doğdu.
Ben resimlerimin santimetre karesini atlamam, adeta bir kuyumcu hassaslığı
gösteririm, ayrıca hayata hep pozitif bakar, yakaladığım tüm değerlere kendimce
en güzel elbiseyi tüm renklerimle giydirmeye çalışırım, teknik olarak kendi
icatlarım vardır. Sonuç olarak Einstein’ın dediği gibi “Aynı şeyleri
tekrarlayarak farklı sonuç beklemek aptalların işidir.” Bu benim hep kulağıma
küpe olan bir sözdür.
Yılda kaç resim
yapıyorsunuz? Eserlerinize gösterilen ilgiden memnun musunuz?
25 yıldır profesyonelce çalışıyorum, Türkiye’de 6 binin
üzerinde, yurtdışında da (özellikle Amerika) 2 bin kadar eserim satıldı. Yılda
yaklaşık 500 resim yapıyorum. Eserlerime gösterilen ilgi kuşkusuz beni mutlu
ediyor, çünkü ben eserlerime ilgi duyanları eserlerimle mutlu ediyorum, bunu
biliyorum.
Resimlerinizde sizin
karakterinizin ipuçlarını alabiliyor muyuz? Günlük yaşamınızda neler
yaparsınız, nelerden hoşlanırsınız?
Resimlerim, benim hayallerimin görselleridir, çok hayal
kurarım, çocukluğumdan gelen bir şey bu sanırım, genetik hafızamla ilgili olsa
gerek. Çok renkli bir hayatım var, düşük standartlarla çok şeyi yaşamanın
şifrelerini çözdüm gibi… Dünya’yı mümkün oldukça gezmeye çalışırım, bu
yerlerdeki tek adresim ise seyahatler dışında en az 15 saatim atölyemde geçer,
Amerika, İstanbul-Ortaköy, Mersin ve doğduğum köyde -Kayseri’nin bir dağ köyü- aynı
atölye sistemini kurdum ve oralarda da çalışmalarımı devam ettiriyorum. Tembellikten
nefret ederim, yalan, palavra ve onun getirdiği türevlerden uzak dururum… Güzel
yaşama dair her şeye bayılırım… Vazgeçemediğim tutkum, erken saatlerde
başladığım kahve ve sigara. Ortaköy’de yaşadığım için bu iki alışkanlığımı,
boğazı ve Sarayburnu şehvetini seyrederek güne başlarım, sonra da atölyeye
gelir, önce arka bahçemdeki dostlarımı beslerim. 20’ye yakın kedi arkadaşım
var, onlar da Ortaköylü…
Sanatçı değişim
göstermeli mi? Hangi açıdan; düşünsel mi, ifade şekliyle mi?
Kuşkusuz değişim göstermeli; sanatçı sürekli hareket halinde
olmalıdır, yukarıda Einstein’ın sözünü hatırlattım, bence bu her şeye en net
yanıttır. Her şey hayallerimizle başlar, gerekli olan tek şey bilgi ve
deneyimizi zenginleştirme arzusuna ve olumlu bir ruh hali ile yeni bir şeyi
denemek içinde yeterince açık fikirliliğe sahip olmamızdır. Düşünsel olarak
tasarladıklarımızı, ifade şekli ile hayata sunarız. Yaşattığımız farklılıklar
ve bunun getirdiği değişimler tamamen bize ait olduktan sonra değişim hedef
bile olmamalıdır.
Tayvan’da Türk sanatı
üzerine yoğunlaşan ve uluslararası üne sahip sanatçılarımızın sergilerine ev
sahipliği yapan Wingrow Art Gallery’de “Shall we dance, İstanbul” isimli
serginiz yer aldı. Eserlerinizden yayılan İstanbul müziğinin tınısına Tayvanlıların
ilgisi nasıldı?
Uzak Doğu’nun binlerce yıllık sağlam kültürü, sanatı ne
denli ciddiye aldıklarının ipuçlarıyla doludur. Wingrow Art Gallery benim
kişisel sergimi yaptı, üç konseptten oluşan bu sergimde 60 eserim yer aldı.
Sergi son derece başarılı oldu, gerek galeriden gerekse bana direk ulaşanlardan
bilgece sözler duydum. Bu beni şaşırtmadı, çünkü hem Tayvan’ın kültür düzeyini
biliyorum, asıl önemlisi ben ne yaptığımı biliyorum.
Wingrow Art Gallery
ile ilgili neler söyleyebilirsiniz?
Wingrow Art Gallery, Asya’da Türk modern ve çağdaş sanatı
konusunda uzmanlaşan tek galeri. Coğrafik uzaklık, medyanın fazla ilgi
göstermemesi nedeniyle Tayvan’da Orta Doğu sanat eserleri çok ender
bulunuyormuş. Wingrow Art Gallery, bu nedenle Türk sanatını, uluslararası
sanata büyük ilgi duyan Tayvanlı sanatseverlerin beğenisine sunmaya karar
vermiş. Ekim 2009’da gerçekleştirdikleri büyük açılışta “İstanbul’u Araştırmak”
ve “Ruh Açığa Çıkıyor, İstanbul” isimli iki grup sergisi düzenlemişler. Ergin
İnan, Mehmet Gün, Ertuğrul Ateş ve Onay Akbaş gibi sanatçıların sergisinden
sonra benim sergim yer aldı. Türk resmindeki hassas renk zevki, antik
mitolojiden metaforlar, farklı kültürlerden etkileşim, halk öykülerinden
betimlemeler, kaligrafi estetiği gibi özellikleri çok sevdikleri için Türk
sanatçıların sergilerine yer veriyorlar. Benim sergim için yayınladıkları sergi
kataloğunda resimlerimi şu sözlerle tanımlıyorlardı: “Kuzay’ın tablolarındaki
renk zenginliği, ritmik görsel iletişim ve hemen hissedilen Türk dokusu ve
nüansları ile Tayvanlıların kalplerinde yer edeceğini umuyoruz. Kuzay’ın
resimlerini başka bir şey ile karşılaştırmak isterseniz, gerçek bir karnaval
olarak tanımlayabiliriz. Bu partide renk, karnavalın ana teması. Resimlerin
arkasına gizlenen müzik faktörü ise, müzik notaları gibi, tuvalden dışarı
çıkıyor ve bir renk konçertosu ya da dans müziği oluşturuyor. Tuvaldeki zengin
renkler bir nehir ya da bir ipek kumaş gibi akıyor…” Bir sanatçı olarak bu
sözleri duymaktan çok büyük mutluluk duydum.
İlk resim
deneyiminiz, 3-4 yaşlarındayken evinizin duvarlarına çizdiğiniz “Dünya
Haritası” adlı çalışmanız ile başlamış. Kilden kendiniz için oyuncaklar yapmayı
seviyormuşsunuz. Resme başlama serüveninizi sizden dinleyebilir miyiz?
Hatırlayabildiğim kadarıyla resme beyaz toprak badanalı odamızın
duvarına kömür kullanarak çizdiğim “şey”lerle başladım, bu “şey”ler çevremde sürekli
gördüğüm at, eşek, öküz gibi hayvan figürleriydi, bu figürlerden aynı zamanda
heykelcikler yapardım. Bunlar aynı zamanda kendi ayrıcalıklarım olurdu, ama hep
“çizmek” ağır basardı bende. Sadece duvara değil, kavak ağaçlarının gövdelerini
de bıçakla çizerdim. Sanırım doğanın bana yüklediği resim programı o zamanlar çalışmaya
başladı. Birden beşe kadar bütün sınıfların aynı mekâna sığdırıldığı “okul”suz
bir köyde okudum, olanaklar yok kadar azdı. Buna çocuğu keşfedecek, onu
yönlendirebilecek öngörüsü ve bilgisi olmayan bir öğretmeni de eklediğinizde
şansınızın ne olacağı netleşir! Öyle ki; tüm okulca çıktığımız bir kır
gezisinde -kaldı ki tüm hayatımız kırda, dağda, bahçede geçiyordu zaten-
öğretmenin “resim yapacaksınız” demesiyle oluşan sevincimi de hiç unutmadım. Ancak
bize verdiği resim konusu da bir o kadar şok etmişti hepimizi, çünkü “Tayyare
resmi yapın” demişti… Tayyare bir tarafa, o ana dek gördüğüm araba ya iki ya da
üç tane idi, onlar da köyümüze ulaşıncaya dek sıkça arızalanan resmi araçlardı.
Vadiye kurulu köyümüzün tepesinden, ince beyaz bulut gibi iz bırakarak binlerce
metre yüksekten geçen şeylerin “tayyare” olduğunu büyüklerimiz bize anlatırdı.
Tayyare ile ilgili kurduğum hayali görsel hale dönüştürmüştüm, uçtuğuna göre
kanatları olmalıydı, kanat yaptım, arabaya da benzemeliydi, teker de yapıp
“tayyare” resmimi tamamlamıştım. Öğretmen resmime bakıp “ulan sen ne zaman
tayyare gördün?...” demesi hiç aklımdan çıkmadı. 45 yıl önce başlayan serüven
son hızla devam ediyor işte.
Mimar Sinan
Üniversitesi’nde Özdemir Altan’ın atölyesindeki deneyimlerinizi “doğanın bana
attığı mayanın tam tutma süreci” olarak değerlendiriyorsunuz. Bu dönemden
sanatınıza yansıyan tecrübeler nelerdir? Nasıl bir öğrenciydiniz?
Özdemir Altan atölyesinde öğrenci olmak biraz “zor”du, ancak
bir o kadar da eğlenceliydi. Hocamız her yıl düzenli olarak şarap günü
düzenlerdi. Bu Fransız akademi geleneğinden gelen bir şeydi sanırım. Sevgili
hocam Güngör Taner’in vizyonu ise bize mutlu ederdi. Ben ilk 3 yıl hocam
Özdemir Altan’ın hayranıydım. Yaptığı resimler beni büyülerdi. Ben de hocam
gibi yapmaya çalışırdım, tabii öncesinde iki yıl sıkı bir desen sürecimiz oldu,
bazen “desen”den çok sıkıldığımız olurdu. Ama yıllar sonra anladım ki o gerekli
bir süreçmiş. İşte benim “maya”mın tutması o döneme dek gelir. Doğrusu
sabahları atölyeye ilk gelenler arasındaydım. Disiplinli bir program uyguluyordum
kendime… Sanırım sevgili hocam bu yönümü görmüş olmalı ki akademi tarihinde 2.
sınıf öğrencisi ilk kez atölye başkanı olmuştu, o da bendim ve bu atölye
öğrencilerinin oylama yöntemiyle olmuştur, bu 2 yıl devam etti.
Bu dönemler sanatsal tavır almak ve belli bir rota
oluşturmak için erkendi. Bunu hissediyordum. Sadece o dönemlerde bile çok yoğun
çalışıyordum, öyle ki diploma sergisi (okul içinde) için gereken asgari resim
sayısının yaklaşık 3 katı bir sayıyla eserlerimi sergilemiştim, iyi bir derece ile
mezun oldum ve bu beni “artık ressam oldum” durumuna taşımıştı, ne zaman ki
yurt dışına çıktım ve sanat dünyasının kıyısının kıyısına girdiğimde “hiçbir
şey” olmadığımı görmüdüm, sahip olduğum tek şey gerçekten iyi bir desen
altyapısıydı… Asıl “okul” ondan sonra başladı.
Hans Hoffman’ın
asistanlığını yapan renk ustası Hanry Hincher’den “rengin bir matematik
olduğunu öğrendim” diyorsunuz. Rengin matematiği nasıl bir kavramdır?
Eserlerinizde de çok renkli bir müzik gibi tüm renkleri canlılığı ve parklılığı
ile hissediyoruz.
Hanry Hincher’la tanışmam, benim sanat hayatımın, sahip
olduğum kavramların tamamen değişmesine neden oldu. New Orleans’ta “Meydan
Ressamlığı” yaptığım 1986 yazında tanıştım. Profesyonel sanatçılara ve
akademisyenlere verdiği renk ve boya kursuna davet ettim. Sınavla alıyordu
kursiyerleri, oysa benim bu sınava girmemin gerekli olmadığını ve kursa direk
başlayabileceğimi söyledi. Ve ben 3 yaz kurs verdiği her eyalette onu takip
ettim. Evet, resim bir matematiktir, renk ise bu matematiğin rakamlarıdır.
Hangi tarzda olursa olsun desenin, ışığın, rengin kompozisyon halini alabilmesi
için dengenin çok iyi hesaplanması şarttır, bu dengeyi oluşturan değerler ise
matematiksel hesaptır, tabii ki bu rakamların çarpımı, toplamı vs. gibi algılanmamalı.
Söylemeye çalıştığım şey; yükleri iyi paylaştırma oranıdır.
Paletimde bütün renkler hep olur, bunlarla oluşturduğum
onlarca değişik tonal renkler ise hep göreve hazırdır. Doğada olmayan hiçbir
renk yoktur, bence mümkün oldukça bu sihre hayalimi de katarak “RENK RENK RENK”
diyorum. “Renkçi ressam” tanımı bence bilgiden uzak bir tanım; renk kullanmayan
veya rengin olmadığı resim olur mu? Siyah beyaz bir resim bile ara tonlarıyla
bir renk paleti oluşturur. Ben resimlerimdeki renkleri kirletmiyorum, resimde
renkleri temiz tutabilmek güç bir iştir. Bunu, bilen bilir… Sanırım bu yüzden
resimlerim hep canlı benim…
Amerika’nın çeşitli
eyaletinde uzun zaman sanat çalışmalarınıza devam etmişsiniz. Sanat yaşamınızda
Amerika’daki tecrübelerinizin ayrı bir önemi var sanırım.
Dediğim gibi benim asıl okulum Amerika dönemlerim oldu.
Orada öğrendiğim en önemli şey “ÖZGÜN” olunmazsa hiçbir şeyin olunmayacağıdır.
Çünkü bu çılgın Amerikan dünyasında kendi parmak izinizi göstermek yerine
başkalarının eldivenini elinize geçirmenizin hiçbir anlam taşımadığını her
defasında gördüm. Yani çorbanın suyunun suyunun suyunu içmek yerine orijinal
gerçek çorbadır masaya gelebilecek yemek… Bu anlamda 150 yıllık resim
geçmişimizde, etkilenme dışında kopyacılık hâkim olmuştur. Evet, Birleşik
Devletler bana sanat yaşamımın sağlam temellerini almamı sağladı. Sonuçta Frank
Sinatra gibi şarkı söylemek değil önemli olan…!
İstanbul’un renkli
dokusu, resimlerinizin başlıca konusunu oluşturuyor. İstanbul’un renkleri,
hikâyeleri, karmaşası ve eşsizliği sizin için ne anlam ifade ediyor?
Yaklaşık 30 dünya ülkesi gezdim. İstanbul kadar etkileyici
hiçbir yer görmedim. Tabii ki tüm o şehirlerin de kendi özellikleri ve
güzellikleri mutlaka var, ancak İstanbul’da olan birçok şey oralarda yok. Oralarda
var olan her şeye ise İstanbul’da fazlasıyla var. Ben İstanbul resimlerim ile sadece
tek yönünü vurgulamak istiyorum. Oryantalist yabancı sanatçılar, Cumhuriyet
öncesi, sonrası ve günümüzde İstanbul resimleri yaptılar. 2000’li yıllarda
bende de böyle bir istek oluştu, ancak hiç kimsenin yapmadığı bir şekilde
yapmalıydım; öncelikle hayal ettiğim güzellikte yapmak isterdim. Yaptığım
İstanbul resimlerimin tamamında aynı zamanda şehrin binlerce yıllık mitolojik
yönlerine de yer verdim. Sosyal dokusu, hatta hatta çokça olan sokak köpekleri
ve kedileri de hep mevcut olmuştur resmimde. Birçok kültürün sembolleri ve
yapıtları da sık yer verdiğim konular. Dünyada, aynı anda iki kıtada varlığını
sürdüren başka bir şehir gösterebilir misiniz? Üstelik söylendiği gibi
“ortasından deniz geçen başka bir şehir var mı?”
Tüm Katolik yönleriyle, karmaşasıyla 24 saat yaşayan ve en
az beş medeniyetin yaşadığı bir dünya kentinin bir sanatçıyı etkilenmemesi
mümkün olur mu? Tabi ki benim için İstanbul’un etrafında oluşan çirkin
yığınlaşma değil, benim İstanbul fotoğrafım surlar içinde kalan Yeditepe ve
boğaz İstanbul’udur. Yaşamı, yaşanılması için insana kendini hep hissettirir
İstanbul…!
Kolaj, tuval ve metal
üzerine resim gibi birçok farklı teknikte çalışmalarınızı oluşturuyorsunuz.
Ayrıca sanat eserlerinize baktığımızda farklı dönemlerde farklı konulara
ağırlık verdiğinizi görüyoruz. Sanatsal dönemlerinizi nasıl tanımlarsınız?
Dediğim gibi ben çok hayal kurarım ve kurduğum hayallerin
boşa gitmesini istemem, bu yüzden sürekli garip şeyler denerim. Kafamda
oluşanları resim diliyle ve kendi dilimle anlatmaya başlarım, tabi ki bu
günübirlik değil, şu ana dek 5-6 tarz çalıştım, her tarzımın bir sonrakine
uzanan yolunda en az bin resim yapmışımdır. İşin bana heyecan veren bir başka
yönü ise kafamda hala on bin planımın olması, doğmayı bekleyen binlerce aşkım,
yani resmim sırada sabırsızca yerlerinde duruyor. Dünyada kolaj tekniği ile
yaptıklarımın ilk olduğunu biliyorum, yanlış anlaşılmasın kolaj tekniğinin ilki
benim demiyorum, dediğim bu tekniği taşıdığım düzey ve tarz. İtiraf etmeliyim
ki kolaj çalışmalarım olanaksızlık dönemlerimin, yani boya, fırça vs.
alabilecek paramın olmadığı bir dönemdi. Ve elime geçen tüm sert yüzeylere
yapıştırmaya başladım, iğneyle kuyu kazmak gibi bir şey bu. Belirtmek isterim
ki asla ve asla hiçbir teknolojik üründen yararlanmadım. Bu teknikte yaptığım
yüzün üzerinde İstanbul resmim, en az bir o kadar değişik metal ve malzemelerden
oluşan soyut resmim koleksiyonlarda yerlerini bulmuştur. Şu bir gerçektir:
sonuçta ortaya “sanat eseri” çıkıyorsa ve en az 2-3 yüzyıl dayanabilecek,
bozulmayacak, değişmeyecek malzemelerle doyuruyorsanız ne tür bir malzeme
kullanacağınız hiç önemli değil, daha doğrusu fark olmaz.
Siz yaşamını tamamen
resme adamış, bugüne kadar onlarca sergi açmışsınız. Resim ve sanat adına tüm
hayallerinizi gerçekleştirdiğinize inanıyor musunuz? Bundan sonraki
hedefleriniz nelerdir?
Boya dokunmamış hiçbir elbisem, ayakkabım yoktur benim, son
15 yıldır tırnak aralarımın boyasız olduğunu söyleyemem, bilmeyenler çoğu kez
tırnaklarımın pis olduğunu sanırlar… Benim oksijenim RESİM… Çalışmadığım nadir
de olsa 1-2 gün olunca aşırı agresifleşiyorum ve etrafımdakileri kırdığımı
görüyorum. Bu yüzden evliliklerimi -4 kez evlendim-yürütemedim. Yaşamım boyunca
resimlerimden çok para kazanmayı aklımdan bile geçirmedim. Yaptığım bir resmi 5
resim daha yapabilmek için makul paralarla sattım. Hayallerimi dizginleyemememden
dolayı şu ana dek 7.000’nin üzerinde resim yaptım ve hiçbir zaman onlarla bir
pazar oluşturmaya zaman ayırmadığım gibi, önem de vermedim. İçimdeki resim
aşkımı yaşayabilmek için küçük fiyatlara resim satmam bana bu aşkı yaşatıyorsa
ödül başka ne olabilir ki? Sonsuza tohumladığım ürünlerimin varlığı ve hep var
olacağı gerçeği hayallerimin gerçeğe dönüşmesini sağlıyorsa neyi neye göre
kıyaslayabilirim. Böyle bir hesap ve yaklaşım ne kadar sığ ve basit olur, bu
hayallerimi kendi elimle zehirlemek anlamına gelmez mi? Bunu asla yapmam.
Röportaj: Ümmühan Kazanç, Milliyet Sanat, Temmuz 2010, s.96
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)