RÖPORTAJ:
ÜMMÜHAN KAZANÇ
Tarih:
1 Kasım 2013
Sayın Yücel Dönmez, ben röportajıma
klasik bir soru ile başlamak istiyorum. Sanat ile uğraşmaya nasıl karar
verdiniz?
Erzurum’daki
komşularımızdan bir ailenin üç çocuğu vardı, iki tanesi müthiş resim yapardı.
Çizgi romanlar bile yapıyorlardı, o dönem için çok farklıydı. Oldukça ileri
görüşlü bir aileydi, evleri çok genişti, giriş katında spor kulübü yapmışlardı,
o tarih için çok gelişmişti. Takımımız, spor kulübümüz, her şey vardı. Ama ben
onların resimlerine kafayı taktım, baktım ben de yetenek var, resim
çizebiliyorum. Heves oradan başladı. Arkadaşımın adı Yıldırım Derya, sonra
Ziraat Mühendisi oldu, kardeşi Yavuz Derya başka işler yapıyor. Ben onların
büyük birer ressam olacağını düşünüyordum, çok güzel çizimler yapıyorlardı. 9-10
yaşlarındaydık. Bir de ilkokula başladığımda, alfabedeki at resmini yapmıştım,
hiç unutmam, alfabenin başında bir at resmi vardı ve ‘baba bana at al’
yazıyordu. İşte o resmi yapmıştım ve öğretmen de ‘vay be’ falan demişti. Ortaokuldayken
Tatbiki Güzel Sanatların varlığını öğrendim ve ‘ben oraya gideceğim’ dedim. O
dönemde, bırak Tatbiki Güzel Sanatları, ressam diye bir mesleğin varlığı bile pek
bilinmiyordu Erzurum’da. Herkes ne olacaksın diye sorduğunda ‘ben Tatbiki Güzel
Sanatlara gideceğim’ diye cevap verirdim. Babam beni kısa zamanda meslek sahibi
olmam için teknik okula verdi, o zaman eğitim süresi iki yıldı, ben okula
başladığımda süre üç yıla çıktı. Resim dersi yoktu, taşçılık, marangozluk,
sıvacılık, duvarcılık gibi atölyeler vardı, bir yıl taşçılık atölyesinde
çalıştım, taş yontardık, heykeller yapardık.
Okul
bittikten sonra Tatbiki Güzel Sanatların sınavına girdim ve birincilikle
kazandım, özel mülakata aldılar, bir sürü soru sordular. ‘Taşradan geliyorsun,
resim yok, sanat yok orada, nasıl kendini geliştirdin’ diye. Desenim o zaman
müthişti, desen ve suluboya ile barajı geçiyordun. O sınavda -Pazar yeri
konusunu vermişlerdi- suluboya çalıştım. Pazar yerini kafamda düşünerek, bir
dikdörtgen çerçeve aldım, o çerçeveyi hayalimdeki Pazar yerinde gezdiriyorum, sonra
o çerçeve bir yerde durdu. Durdu ama orada şunu gördüm, bayanın biri yürürken,
çerçevenin içinde yarısı kalmış, diğerinin ayakları gözüküyor, aynen böyle
çizmeye karar verdim. Diğer sınava katılanlar kağıdı ortalamıştı, ben
ortalamadım, kompozisyon kağıttan dışarıya taştı. O güne göre çok çağdaş bir
yorumdu, desenim ve bu çalışmam birincilik getirdi. Üniversite dönemimde bir de
gazetecilik yapıyordum.
Hocalarınız kimdi o dönem?
Tankut
Öktem, Haluk Tezonar atölye hocalarımızdı. Benim ana atölyem Hakkı Karayiğitoğlu’nun
seramik ve heykel atölyesiydi. Ben seramik bölümünden mezun oldum. Hakkı
Karayiğitoğlu bize çok güzel bir heykel eğitimi vermişti. Güngör Güner ben
mezun olduğum yıl asistan olarak geldi. Jale Yılmabaşar, benim asistan olmamı
destekleyeceğini söylüyordu, maaşlar çok düşük olduğu için kabul etmedim. O
dönem kayak hocalığı da yapıyordum ve o işten daha fazla para kazanıyordum.
Okul bittikten sonra ne yaptınız?
Okul
bittikten sonra, ‘Dünyada hiç kimsenin yapmadığı gibi sanat yapacağım ya da
hiçbir şey yapmayacağım’ dedim. Okulun bittiği yıl 1974 yaz aylarında ‘Land
Art’ yapmaya başladım.
İlk olarak 1974 yılında
gerçekleştirdiğiniz bu önemli sanat etkinliğini sormak istiyorum. Altıparmak
Dağları Guartad Vadisi’nde 11 kaya heykelini bir armoni içerisinde
sergileyerek, Düzenleme Sanatı (Enstalasyon) yaptığınızı duyurdunuz. Bu çalışma
da Milliyet Sanat dergisinde Sayın Zeynep Oral’ın röportajı ile belgelenmişti
ve dünyada ‘Düzenleme Sanatı’nın ilk bahsedildiği etkinliklerden biri olduğunu
söylüyorsunuz. Bu konuda şöyle bir açıklamanız da var: ‘Bir anlamda Enstalasyon
sanatının Türkiye’den doğduğu ile ilgili bir çalışmaydı fakat ne yazıktır ki
Türkiye’deki sanat çevrelerinin ilgisizliği nedeniyle 1990’lı yıllarda doğan
enstalasyon sanatı Batılılara mal edilmiş oldu...’ Bu iddianız da haksız da
sayılmazsınız, böyle bir çalışma yapmak nereden aklınıza geldi?
Dağcılık
yapıyordum, kayakçıydım, dağlarla çok ilgiliydim. Bir gün Ağrı Dağı’ndaki kamptan
aşağılara bakarken, vadinin içinde kayalar gördüm. Ya dedim şimdi bu kayaları
imkan olsa da çıkarsak, üç beş tanesini sırta dizsek, müthiş bir sanat olayı,
müthiş bir armoni olur. ‘Sanatçı doğada düzenlemeler yapabilir’, bu kararı Ağrı
Dağı’nda verdim, Kaçkarlarda olanak vardı, inşaat yapılıyordu, 11 tane kaya
heykel çalıştım, yontuğum kayaları sudan çıkardık, yüzyıllardır su o kayaları yontmuş,
organik bir şekle getirmiş, onun üzerinde çalıştım. Yapı Enstitüsü’nde aldığım
taşçılık eğitiminin de desteğiyle bu 11 heykel ile bir düzenleme oluşturdum. Bizim
ülkemizde medyanın özgün olduğu dönemlerde bu çalışmamı Zeynep Oral’a anlattım.
Bu arada Amerika’ya da gidip gelmiştim. Milliyet sanatın genel yayın müdürü
Akal Atilla ‘bu çalışmanı nereye oturtuyorsun’ diye sordu, böyle bir sanat yok
sanat dünyasında, Christo o zaman paket sanatı yapıyor, sanırım Büyük Kanyon’a
perde germe çalışmasını yapmıştı. Rüzgar yırtmıştı, o parçalar şimdi müzelerde.
‘Ben de sanatçı doğada düzenleme yapar’ dedim. Bunun mantığı ve mesajı nedir
dersen, doğanın doğal şekline baktım ve bir de armoni içinde dizince baktım,
sanatçının eli değdiği zaman doğa bir başka oldu, farklılık, canlılık geldi
oraya.
Amerika’dayken hiç ‘Land Art’ ile ilgili
bir şeyler duymuş muydunuz?
Hayır,
hiç görmedim, Land Art yapıldığını duymuştum, Alman bir sanatçı helezon
şeklinde toprağı eşmişti. Onu bilirim, Christo’yu bilirim. Başka da Land Art
yapanı bilmiyordum. Benim yaptığım Land Art’ın da ötesine geçmişti, 11 kaya
heykel ile bir düzenleme yapmıştım. Eski tarihte Şili’nin Paskalya Adası’nda
bulunan yaklaşık 15 adet insan heykelini biliyordum, belki de onlardan
etkilenmişimdir. Ben bu çalışmamın adını ‘Doğa Düzenlemesi’ koydum, benim
isimlendirmem böyle olacak dedim. Bazıları bunu Amerika’da gördüğümü ve ondan
sonra bu çalışmayı yaptığımı iddia ediyor. Oysa ben Amerika’da hiç böyle bir
çalışma görmedim, aynı zamanda o tarihe kadar herhangi bir sanatçı bir sanat
yaparak adına düzenleme sanatı dememişti. Benim çalışmamın adı Doğa
Düzenlemesiydi. Yani enstelasyon. 1974 yılına kadar dünyada başka biri yaptığı
sanatı enstalasyon olarak tanımlamışsa, getirsinler görelim. Örnekleri
koysunlar. Benim ülkemin sanat çevresi bu konuda nankör. Sanatçı ne yapıyor ve
ne söylüyor, bir ilgi gösterin yanında olun, sahip çıkın. 1974 yılında bana
sahip çıkılsaydı belki ülkemizde başka sanatçılar da benzer çalışmalar
yapabilirlerdi ve bugün Türkiye, dünya sanatında önemli bir yerde olabilirdi. Fakat
bugün yapılan çağdaş sanatı o tarihlerde yaptım diye, beni bir deli ilan
etmedikleri kaldı.
Bir diğer önemli etkinliğiniz yine 1975
yılında Uludağ/Bursa’da “Kar Resmi” projesi. Bu çalışmanızı “Düzenleme
Sanatı”nın kış versiyonu olarak duyurdunuz ve TRT’de merhum Neslihan Gence’nin
Sanat Çevresi programında geniş olarak yer aldı. 1976 yılında da
Erzurum-Palandöken Dağları Hınıs Boğazı’nda “Kar Resmi” çalışması yaptınız. Bu etkinlik
için de “Land Art” ın ilk örneklerden biri diyebilir miyiz? 1987 yılında Kültür
Bakanlığı’nın davetlisi olarak Türkiye’ye geldiniz ve Uludağ’da oldukça ses
getiren yeni bir kar resmi projesi gerçekleştirdiniz. 1996 yılında ise Fuji
Film-İstanbul tarafından sponsorluğu yapılan 15 bin metrekarelik “Kar Resmi”
projesi, Uludağ’da zirveye yakın bir bölgede gerçekleştirildi değil mi?
TRT’den
merhum Neslihan Gence, Milliyet Sanat’taki 11 kaya heykeli düzenlemesi haberimi
okumuş ve ‘bizim niye haberimiz yoktu’ diye beni aradı. Ben de ‘bundan sonraki
çalışmamı size de haber veririm’ dedim. ‘Kar resmi projem var’ dedim, ‘karın
üstüne resim mi olurmuş’ dedi. Projenin bazı ön çalışma fotoğraflarını
gönderdim. Bunlara bayılmış. Hemen tarihi saptadık, TRT’den birkaç kişilik ekip
geldi Uludağ’a ve kar resmi projesini gerçekleştirdik. Büyük Otel’in sahibi
Bülent Karan sponsor olmuştu. Uludağ’daki işletmeciler içinde oldukça kültürlü
biriydi. Çekim gerçekleşti ve böylece ‘Kar Resmi’ projesi ortaya çıktı. Bu da
benim doğada yaptığım Land Art çalışmalarının kış versiyonu. Kar resmi aynı
zamanda bir düzenleme ve Land Art çalışmasıydı o dönemde. 1977 yılında Amerika’nın
Florida eyaletinde, Miami ve Bocaraton kentlerinde düzenlenen Akdeniz Sanat
Festivali’ne, Kültür Bakanlığımız tarafından Türkiye’yi görsel sanatlarda temsil
etmek için gönderildim. 1978 yılında ise yine Kültür Bakanlığımızın daveti
üzerine Türkiye’ye geldim, Uludağ’da yeni bir Kar resmi projesi yaptım.
Bakanlık TRT ile temasa geçmiş ve yaptığım Kar resmi’nin Eurovision’da
yayınlanmasını sağlamıştı. O çalışmamın haberi İngilizce olarak yapıldı ve
Avrupa’da çeşitli televizyonlarda yer aldı. O tarihlerde Ankara’ya gittiğimde
Kültür Bakanlığına uğramıştım. Müsteşar yardımcısı ile görüşecektim. Özel
kalemi bana müsteşarın yabancı bir heyet ile görüştüğünü ve biraz beklemem
gerektiğini söyledi. Ben de müsteşarın toplantıdan sonra çıkacağı baklava
dilimli kapısının karşısında bir sandalyeye oturup beklemeye başladım. Bir
müddet sonra kapı açıldı içeriden bir Japon heyetinin geldiğini gördüm. Birden
gruptakiler ile göz göze geldim ve bana gülümsemeye birbirlerine bir şeyler
demeye başladılar. O sırada birisi yanıma geldi hararetle elimi sıktı ve
İngilizce ‘mükemmeldin’ falan dedi,
şaşırmıştım. Sonradan Müsteşar Aytuğ İzat, heyete içeride benim Amerikan televizyonlarında
yer alan röportajlarımdan gösterdiklerini söyledi. Yani o tarihlerde ülkemin
sanat alanında yüzünü ağartacak çalışmalara imza atıyor ve en azından Kültür Bakanlığı
tarafından bir sanatçı olarak ilgi görebiliyordum. Şimdilerde ise Kültür Bakanlığının
kimlerden medet umduğu ortada. Sanatın köşe taşlarına dört elle sarılmış
olanlardan bir kopa bilseler, görsel sanatlarımızda adım atabileceğiz fakat bu
konuda duyarlılık yok. 1996 yılında Fuji Film İstanbul sponsorluğunda Uludağ’da
15 bin metre karelik Kar Resmi projemi gerçekleştirdim. Bu projenin konsepti ‘Atatürk
yaşasaydı bugün Türkiye’ye mesajı ne olurdu’ idi. Hani bugün örneğin Bienal
için, “Anne ben barbar mıyım” konsepti gündeme getiriliyor ya, ben de 1974
yılından beri yaptığım projelerimde sürekli mesajımı da ortaya koyuyordum ki o
tarihlerde ülkemizde tuval üzeri yağlıboya popülerdi. Bugünün küratörlüğüne
soyunmuş olanlar o günlerde sanatın S’sinden bile haberdar değildiler. Bugün
geçmişte Türkiye’de görsel sanatlar konusunda nelerin yapılmış olduğunu
araştırmadan sözde kitaplar, makaleler yazan yine sözde sanat yazarları, hem
mesleklerine hem de ülkemizin sanatına ihanet etmiş oluyorlar.
1973 yılında kısa süreli bir Amerika
seyahatiniz var.
Evet,
yedi ay kaldım. Sanat açısından araştırmalar yapmak için gittim. Dünyanın en
çok kitaba sahip kütüphanesi Chicago kütüphanesidir. O tarihte eski
binasındaydı ve galeri kısmı vardı. Ben döndüm 1974 Haziran’da, heykel sergim
açıldı orada. Ne yazık ki ben sergide bulunamadım. Chicago’da Michigan Avenue’da
oldukça yoğun ziyaret edilen bir bölgedeydi. O sergim de Chicago arşivlerinde
yer alıyor. 1974 yılı haziranında açtığım o sergim, sanat hayatımdaki ilk ve
tek heykel sergim oldu. Daha sonra açtığım sergilerimde heykellerim resimlerim
ve enstalasyon çalışmalarım bir arada yer alıyordu.
Doğa düzenlemelerini ile birlikte tuval
çalışmalarınızda devam ediyordu değil mi?
Tabii
ki devam ediyordu. 1975 yılında Galeri Veb’te sergi açtım. Türkiye’de
dergiciliğin duayenlerinden Kamil Şükün Veb Ofset adına Galeri Veb’in
sahibiydi. Galeri Veb, Cağaloğlu’ndaydı. Veb de matbaacılık ile ilgili bir
terim, Günaydın gazetesinin adı Veb ofsetti. Sergi için çok güzel, büyük
afişler basıldı. Hatta Yahşi Baraz da seramik sergisi açmıştı Galeri Veb’de.
Benim orada sergilediğim eserler arasında tuval üzerine resimler vardı,
gazetede büyük film kutularını keserlerdi bana, onların üzerine de resimler çalıştım.
Foto bloklar gibiydi. Bir de Yeşilçam’dan afiş yanına asılan fotoğraflarını
toplardım, o fotoğrafların üzerini guaj boya ile rengarenk kapatır, sonra
jiletle sıyırırdım, alttan fotoğraf bazı yerlerinden gözükürdü. Yılmaz Güney’in
fotoğrafları üzerinde de çalıştım. Aslında bugünlerde çağdaş sanat adına
yapılanı ben o zaman yapıyordum. 1975 yılında ben bunları sergiledim, benimle
dalga geçtiler. ‘Ha ha fotoğrafı boyamış, böyle sanat mı olur’ diye çok
eleştiren oldu. Onlara göre sanat tuval, fırça ve boya ile yapılırdı. Şimdi
kafama vuruyorum, onları birileri yok pahasına satın aldı ama şimdi ben de yok,
belki bir gün bir yerden çıkar. Patates baskı yağlıboyalarım vardı. Galeri
Pago, Cihangir’de çerçeveciydi ama o zaman galeri olarak ta önemliydi. Eserlerimi
çerçeveye verirdim oraya, yeni evli bir çift bir eserimi orada satın aldı fakat
Galeri Pago bana kimin aldığını söylememek şartıyla iyi bir para ödedi. O dönem
için oldukça yüksek bir fiyata satmıştım. Fotoğrafı duruyor, facebook’a koydum,
kimde diye öğrenmek için ama henüz bir ses çıkmadı. Patates baskı yağlıboyalar
ile resimler çalıştım, o dönemde profesyonel sanat camiasında o tür çalışmalar
yapan yoktu. 1980 Chicago Truman Üniversitesi’ndeki sergimden, üniversitenin
devamlı koleksiyonuna dört adet patates baskı yağlıboya resimlerim satın alındı
ve hala o okulun sürekli koleksiyonunda.
Birçok şeyi denemişsiniz…
Niye
denedim, bir savım var, bir sanatçının gerçek sanat yeteneği içinde varsa, bir
de ileriyi görebiliyorsa, yorum ve sentez yapabiliyorsa, 20 yıl sonra ne
olacağını görür onu yapar. Enstalasyon bunu ortaya koydu. Ben 1974 yılında
yaptım, 10-15 yıl sonra dünyada düzenleme sanatı doğdu. Yalnız o da değil, 1974
yılında Minnesota’ya gittim, doğa düzenlemesini yapmadan önceydi, yağlıboya
tuval tablolarım vardı yanımda. Bir arkadaşın evinde kalıyordum, Türkiye’den
getirdiği bakır demlik, vazolar falan vardı evde. Ben resimlerimle birlikte
objeleri bir araya getirerek düzenleme yapmıştım. Niye yaptım bunu? Hoşuma
gidiyordu. Slaytlarını çekiyordum, müthiş bir fotoğraf ortaya çıkıyordu, bunlar
sergilenir diye düşünüyordum. Ama yaptığım düzenlemeydi. Hep o tür şeylere
gittim. Bana ‘uğraşma boş şeylerle, resim, heykel yap diyorlardı’. Resim,
heykel sanat, sıra dışı şeyler ise delilik veya zanaat kabul ediliyordu. Bugün
zanaat dediğimiz şey çağdaş sanat oldu. Biraz ukalalık olacak ama zaten ukala diyorlar,
olsun. Bu ülkede Osman Hamdi Bey’den bu yana benim düşündüklerimi düşünen,
yaptıklarımı yapan biri varsa, ben bugün sanatı bırakırım. 1988 yılında da
dijital sanat yapmaya başladım. Hala ülkemizde 2000’li yıllarda dijital
çalışmalar yapanların adından söz ediliyor.
Bu itici güç nasıl oluştu, farklı
düşünmek, farklı bir şeyler yapmaya çalışmak, enstalasyon, land art ve dijital
sanat gibi… Kar resmini düşünmek, Erzurum’da yetişmiş olmanın, kar ve doğa ile
iç içe olmanın etkisi mi?
Tatmin
olmamak belki de. Doğayla ile iç içe olmanın tiyatro ile ne ilgisi var.
Erzurum’da ilk tiyatroyu kuran benim, pantomim gösterileri yapardım. Sanatın
her dalına bulaştım. Erzurum Radyosu Korosu’nda da çalıştım, müzikle de
uğraştım. Müzik yeteneğim de var. Annemin de sanatım da etkisi var. Annem turşu
küplerinin üzerine karasakız derler, onlarla çiçek rölyefleri yapardı. Rengarenk
boyardı. Onun turşuları meşhurdu, 8-10 küp olurdu giriş katımızda. Tatlı turşu
bile yapardı. Tuvalde kullandığım tekniğin ortaya çıkışı şöyledir. Bir gün üç
dört renk boya kutularda, masanın üzerinde ve annem yine rölyefini boyuyor. Arkadaşlarla
daldık içeri, masaya çarptık ve o boyalar döküldü. Boyaların kirlenmeden ve
birbirine karışmadan renklerin iç içe geçtiğini gördüm. O görüntü aklımda kaldı
hep. Tatbiki Güzel Sanatları bitirdikten sonra yeni ne yapabilirin diye
araştırırken, aklıma bu çocukluk anısı geldi. Ve tuvallerimde kullandığım
tekniğin yolunu açtı.
1974 yılında İstanbul Tatbiki Güzel Sanatlar’dan
mezun olduktan kısa bir süre sonra Amerika’ya yedi aylığına gittiniz ama 1980
yılında 29 yıl sürecek Amerika maceranız başladı. Neden Amerika ve özellikle
Chicago kenti?
Kuzgun
Acar bana ‘buralarda harcanıyorsun’ demişti. ‘Bir gün tutarlar Bakırköy’e
tıkarlar seni böyle sanat yapıyorsun diye’ söyledi. ‘Ben anlıyorum seni’ dedi. Ama
anlamıyorlar işte, eleştiriyorlardı, ‘sanat diye abuk sabuk şeylerle uğraşıyor’
diyorlardı. 1977 yılında Amerikalılara Ağrı Dağı’nda belgesel bir film yaptım. Buzul
kısımlarında çekim yapamamıştık. Altın Portakallı kameraman Muzaffer Turan belgeselin
kameramanıydı, buzullara tırmanamadığı için Amerikalı firma beni Amerika’ya Rocky
Dağları’na götürdü, filmin diğer kısımlarını orada çektik. Filmin rejisörü Mike
Harris’ti, yarım saatlik kısmının yönetmeni bendim, hem de oynuyordum. 4.5 ay
da o zaman kaldım Amerika’da, 1977 yılında Santa Fe’de bulundum. Doğrudan
Amerika’ya yerleşmemi çok istediler, bir müze atölye açma teklifinde bulundu. Kabul
etmedim. Santa Fe, New York’tan daha fazla sanat eserinin satıldığı bir kent. Birçok
arkadaşım oldu o dönemde. Her gece farklı bir partiye katıldım. Güzel günlerdi.
Hatta bir akşam Belediye Başkanı’nın da katıldığı, onur konuğu olduğum bir
yemekte ilginç bir olay yaşadım. Kapıdan bir garson girdi, elindeki buz dolu
kristal kasenin içinde salyangozlar vardı. Çok garipsedim. Misafirlerden biri
aldı salyangozu sosa batırdı ve içine çekti. Ne yazık ki bana da ikram ettiler.
Protokol yemeği olduğu içi itiraz edemedim ve ben de hiç nefes almadan
salyangozu yuttum. Öyle bir çekmişim ki ağızıma bile değmedi.
Anna
Turner, Amerika’da freelance çalışan bir gazeteciydi. Nuh’un Gemisi
araştırmaları sırasında tanımıştım. Ona doğa düzenlemelerimden bahsettim. Anna,
yapmadan kimseye bahsetmemem konusunda beni uyardı. Müthiş bir şey yakalamışsın
dedi. Kuzgun Acar’a da anlatmıştım. O da git yap, kimseye söyleme dedi. Yedek
subaylığımı yaptıktan sonra Amerika’ya yerleştim.
Ve uzun bir mücadele başladı Amerika’da…
İlk
gittiğimde çok şeyler oldu. Para kazanmak gerekiyordu, ben seramik mezunuyum
ama resim yapıyorum. Resimde beni kimse dikkate almaz diye düşündüm. 1974
yılında gittiğimde Chicago Sanat Fuarı açılıyordu. Bütün ülkeler orada. Bugünkü
gibi ticari bir fuar değildi, Navy Pier’de yapılıyordu. Bir stand verdiler
bana. Siyah-beyaz resimlerimi, desenlerimi ve heykellerimi sergiledim. Bir de
çamurdan bir heykel çalıştım. Whiting College’den bir sanat profesörü standı
ziyaret etmişti, illa ki bize de bir workshop yapar mısın dedi. Onu da yaptım.
Chicago Art Institute’de atölyeleri gezdim, dostlar edindim. 1980 yılında
gittiğimde İngilizce dersi aldığın Truman College’de sergi açtım. Dekanı Yunan
asıllıydı ve sergi açmamı istedi. Çalışmalarımı çok beğendiler, yağlıboya
tablolar vardı ama hepsi çağdaş, soyut eserlerdi. Dört adet de yağlıboya
patates baskı vardı, üniversite satın aldı. O dört eser bugün Truman College
koleksiyonunda. Yıllar sonra Bahçeşehir Üniversitesi’nin sahibi Chicago’ya geldiği
zaman, üniversiteleri gezdirmemi istedi. Chicago Üniversitesi’nden sonra,
Truman College’a gittik, dekan ile tanıştı. Dekan hemen koleksiyonlarındaki
resimlerimi gösterdi.
İkinci
sergim 1981 yılında Chicago State Üniversitesi’nin galerisinde oldu, o sergi
daha profesyonel satışa yönelik bir sergiydi. Orada satış oldu. Hatta ilk kez
3500 dolara bir eser satmıştım. Siyah beyaz resimlerdi, çini mürekkebi ile
kartonların üzerine yapıyordum, bir resmi yapması 2-3 ay sürüyordu. O sergimde
litograflarım da satılmıştı. Galerinin yönetmeni başka galerilerle de
görüşmüştü benim için. Sergi devam ederken Chicago Çağdaş Sanatlar Müzesi’nin
sokağındaki galerileri dolaşıyordum. Çantamda portfolyom da vardı. Bir galeriye
girdim, galeri sahibi de oradaymış, yanımda çalışmalarımdan örnekler olup
olmadığını sordu. Çıkardım portfolyomu gösterdim. Sergimi bildiğini söyledi ama
keşke Chicago’da doğmuş olsaydın dedi. Kaynar sular döküldü başımdan aşağı. Chicago’da
doğmayanın şansı yok mu dedim. Keşke bu çalışmalarla Amerikalı olsaydın demek
istedi. Kendisi Yahudi kökenliydi ama bu sözü söyledi. Sonraki zamanlarda şunu
anladım, doğru zamanda, doğru yerde, doğru sanat insanlarını tanımak
gerekiyordu. Yanlış insanlarla muhatap olmak sanatçıya çok zaman
kaybettiriyordu.
Tuval, heykel ve dijital sanat
çalışmalarınız Chicago Tribune sanat eleştirmeni Alan Artner tarafından şöyle
değerlendiriliyor; ‘Nasıl ki Kandisky ve Klee’nin resimlerine baktığım zaman
bir başka ustayı göremiyorsam, Dönmez’in yeni resimlerine baktığım zaman da
herhangi bir ustayı veya Batı’dan esintiyi göremiyorum. Dönmez Kendi kültürü
ile Batı’nın çağdaş sentezini ustaca yoğurarak, çağdaş bir Türk resmi örneğini
ortaya koymuştur.’ Bu çok önemli bir söylem. Neler ekleyebilirsiniz?
İki
ayrı galeriden daha dışlama gördüm ileri tarihlerde. Art Institute Junior
Museum’da sergim vardı. WGN Ulusal Kanal’da ana haberlerde bu serginin haberi
yapıldı. Müze’den özel çekim yapıp röportajımı yayınladılar. One Straton
Gallery hiç unutmam. Galeri beni davet etti. Meğer galerici o kadar sinirlenmiş
ki, daha kapıdan girmeden adam karşıladı ve ‘sen kendini ne zannediyorsun,
televizyonlara çıkıyorsun’ dedi. ‘Bak burada bir sergi var, şahane işler yapmış
ama sanatçı hiç meşhur olmadan ölmüş gitmiş’ dedi. Ben de ‘benim işlerimi
gördün mü ki böyle tepki gösteriyorsun’ diye sordum. ‘Gel sana bir şey
göstereceğim’ dedim. Kar Resimlerinin olduğu kitapçığı önüne koydum, şaşırdı.
Bu sefer de özür diledi ama beni oldukça kırdı. Bir de ‘eleştirmen Alan Artner
senin hakkında yazdı mı’ diye sordu. ‘Yazmadı çok mu önemli’ dedim. O
galericiyle konuştuktan bir hafta sonra açılan sergim için Alan Artner sergiyi
öven bir yazı yazdı. Binlerce yıllık kültürel birikimi çağdaş sentez ile
yorumlamış diye yazmıştı. Bir de şöyle yazmıştı: Herhangi bir sanatçıya
baktığınız zaman sanat tarihinde, bir eski ustadan mutlaka az da olsa etki
görüyoruz dedi. Seninkiler de hiçbir etki yok. Özgün ama Türkiye’den bakınca
geleneksel sanatlardan etki görecekler bu da doğru yolda olduğunu gösteriyor
diye yazmıştı.
Sanat
için çok çaba harcadım. Ben sanat tarihine kalma savaşı veriyorum. 2000 yılında
Amerikan sanat tarihinin önemli ansiklopedilerden biri olan “Who is who in
American Art”a, 2002 yılında “Biographical Encyclopedia of American Painters,
Sculptors and Engravers of the U.S” adlı ansiklopediye kabul edildim. “Devonport’s
Art Referance” adlı ansiklopedide de yer alıyorum, Urban Gateways adlı kuruluşla
birlikte 1995 yılında Amerika’nın en büyük sanat ödüllerinden biri olan ‘The
National Medal of Art’s’ı aldım.
1993 yılının Ocak ayında Chicago’nun
bugünkü Millenium Parkı’nda gerçekleştirdiğiniz “Kar Resmi” projenizi ise
Chicago’daki beş ayrı kuruluş sponsor oldu ve “Outdoor Sanat Ödülü”ne layık
görüldünüz. Chicago sanat çevresi bu etkinliği nasıl karşıladı? Daha önce
Türkiye’de böyle bir etkinlik geçekleştirdiğinizi biliyorlar mıydı?
Chicago’da
yaptığım çalışma benim uluslararası piyasada tanınmamı sağladı. Amerika’daki
kaynaklarda ‘Dünyada kar üstüne resim yapan ilk sanatçı olarak’ adım geçer.
Eğer doğa düzenlemelerine sahip çıkılsaydı, aynen kar resmi çalışmalarım gibi
uluslararası bilinirliliğe sahip olacaktı. Kar resmini Chicago’da yapmasaydım yine
sahip çıkan olmayacaktı. Ülkemizde ağızınla kuş tut, bu sanat çevresi ile
hiçbir yere varamazsın. Chicago’da Kar Resmi’ni yaptığım yerin adı adı Grand
Park’tı. Çok önemli ve merkezi bir yerdeydi. Bir çivi bile çaktırmazlardı. Ben
özel bir izin almayı başardım. Orada bir kar resmi yaptım, bir de müzenin arka
tarafındaki göl kenarında çalışma yaptım. Kar resmini yaptığım gün müthiş bir
soğuk vardı. CNN gelip haber yapacaktı. Kar resmini yapacağım gün başka bir
semtte bir restoranda 6-7 kişi öldürülmüştü. Sabah o olay oldu, bütün kanallar
oraya gitmişti. Bazı kanallardan, radyolardan gelenler oldu, CBS muhabiri John
Cody’nin canlı yayın yaparken dişleri vuruyordu birbirine o kadar soğuktu. O
röportaj yaparken AP muhabiri sırasını bekliyordu. Kar resmim böylece kayıtlara
geçti. Eğer Chicago’da yapmasaydım, istediğin kadar Türkiye’de yap, hiç ilgi
çekmeyebilirdi.
Geleneksel Türk sanatları olan ebru,
hat, kaligrafi ve süsleme sanatından yola çıkarak kendi geliştirdiğiniz teknik
ile resim yapıyorsunuz. Amerikalı eleştirmenler; ‘Kendi öz kültüründen yola
çıkarak Türk resmini çağdaş resim dünyasına kabul ettirdi’ diye bahsediyorlar.
Siz açıklamalar konusunda ne diyorsunuz? Sizin çıkış noktanızı ve eserlerinizi
doğru yorumladıklarını düşünüyor musunuz?
Çıkış
noktam, annemim boyalarını devirmekti. Elbette ki onu uygularken, ben illa ki
alıp Ebru’yu uygulayayım diye yola çıkmadım. Ebru nasıl yapılır bilmem. Ebru,
hat, kaligrafi güzel geleneksel el sanatlarımız ama hiç detayını bilmem. Görsel
hafızama göre göre yerleşmiştir mutlaka. Bir şeyler yaparken de mutlaka o
algıladıklarım, bilinçaltından gelecektir. Bir Amerikalı benim kadar Ebru, hat
ve kaligrafiyi algılayamaz, özümseyemez. İçimizdeki algılamalardan bu
çalışmalarım doğal olarak ortaya çıkıyor.
Sanatsal dönemlerinizi nasıl
adlandırıyorsunuz ve eserlerinizin geçirdiği evrimi nasıl tanımlarsınız?
1981
yılında Klasik Dönem adını verdiğim tuval üzerine akrilik çalışmalarıma
başladım. 1987 yılında The Art Institute of Chicago’da Junior Museum’da açtığım
sergide 12 günde performans koydular, çünkü ziyaretçiler müzeye soracak,
telefon gelecek dediler. Çünkü tekniğin çok farklı dediler. Temmuz ayında hem
sergi hem de performans yaptım. Bu dönem daha modern çalışıyordum. Hatta daha
sonraki çalışmalarımda geleneksele ve kitap süsleme sanatına gönderme yapmak
adına resmin çerçevesinde boşluklar bırakıyordum. Türkiye’ye geldiğim zaman
yaklaşık sekiz yıl önce, atölyede yalnız başıma kaldığımda, daha rahat bir
ortamda bir dönem daha atladım. Bu çalışmaları bir ileriye taşıdım. Müthiş
beğenildi. Son sekiz yılda yaptıklarım içinde klasik dönemimin çok iyileri var.
Klasik dönem çalışmalarıma ara ara devam ediyorum. Ömrümüm sonuna kadar yapmaya
devam ederim, bana ait çünkü. Fakat daha sonra ki çalışmalarım daha çağdaş
boyutta. Camaltı çalışmalarımda olduğu gibi. Çağdaş camaltı çalışmalarım da
dünya görsel sanatlarında bir ilk ve ilk kez 1986 yılında çağdaş camaltı
çalışmalarımı yapmaya başladım ki o tarihlerde hala bazı sanatçılar Şahmeran
tipi camaltı çalışmaları yapıyorlardı. Çağdaş camaltı tekniğimi de kendi resim
tekniğimin bir başka versiyonu olarak geliştirdim.
Biraz da tuval resimlerinizin
tekniğinden bahsedelim. Resimleriniz farklı anlamlar içeren katmanlardan
oluşuyor. Bu tekniği nasıl tanımlayabiliriz? Ayrıca tuvalleriniz çok renkli ve
dinamik. Soyut bir form bir anda tuvalin içinden fırlayacak ve heykel gibi üç
boyutlu bir form alacak gibi görünüyor. Her bir tuvalinizde soyut formlar sanki
çılgınca dans ediyor. Bazı resimlerinizin isimlerinde de dans kelimesini
görüyoruz. Bu neyin dansı?
Zaten
amacım bu. Benim yapmak istediğim, son dönemimde, üçüncü boyutu yakalamak. Niye
üç boyutlu? Çünkü dijital sanata bulaşmış bir insan -ki ben 1988 yılında
başladım- üç boyuta da alışığım. 3-D programlarla da çalışıyorum. Ona bir alıştığınız
zaman o sizi alıyor götürüyor. Gazetecilik dönemimde NASA ile çok çalıştım.
NASA’nın kimsenin ulaşamadığı, göremediği videolarının, fotoğraflarının
içindeydim. Etkiledi o üç boyut olayı, o formlar, o objeler. Tamamen o iç etki
tuvale yansıyor ve beni onları yaratmaya doğru götürüyor. Ortaya çıkan
çalışmalar da bu hislerin ürünü. Kurmuş olduğum tekniğin bir başka versiyonunu
uygulamaya başladım. 30-40 tane önemli versiyonu var. Jackson Pollock damlatma
tekniğini kullanıyordu. Benim tekniğimin adı Yücel Dönmez tekniği. Dünyada da
bu tekniği kullanan başka bir kişi tanımıyorum. Ama benim çalışmalarımdan
etkilenip tekniğimi kullanan 20-30 kişi biliyorum. 1987 yılının Temmuz ayında The
Art Institute Junior Museum’da açtığım sergi sırasında ayrıca 12 gün performanslar
yaptım ve tekniğimi de canlı çalıştım. 3 milyon izleyici o tarihlerde
televizyondan izledi. Ayrıca müzede sergim sırasında yüzlerce kişiye performans
yaptım, 11 yıl sanatı yeni kuşaklara götüren workshoplarda 70 bin öğrenci, 20
bin yetişkin ile tekniğimi çalıştım ve müzenin küratörleri, 1987 Temmuz ayından
sonra senin tekniğini kullananlar senin takip edicilerin olarak anılacaklardır
dediler ki o tarihten öncede benim tekniğimi herhangi bir kişinin kullanmamış
olduğunu da tescil ettiler.
Resim yaparken müzik dinler, dans eder
misiniz? Nasıl bir ruh hali içinde oluyorsunuz?
Müzik
dinlerim, dans da ettim. Ama resim yaparken sanki bir yerlerden emir
alıyormuşum gibi hissediyorum. Yaradan’a inanıyorum ama farklı bir şekilde
etkilenme oluyor. Sanki bir yerlerden emir alıyorum. Geliyor bir şeyler. Sanki
uzaydan bir gen atmışlar gibi. Akıl almaz şeyler yapmışım. Ben bunu yaptım
diyemiyorum. Ben kendi derdimim çaresini de kendim üretirim. İlaç da yaptım.
Kozmetik sektörüne de bulaştım. Spor da yaptım. Dağcılığa başladım spor olarak,
daha sonra dağ turizminin lideri oldum. Kimse düşünmemiş. Neye bulaşırsam, hep
yeniyi ararım. Sanat da aynı şey. Hala yeniyi yapmaya çalışıyorum. Mimar Sinan,
Marmara gibi üniversitelerden öğrenciler geliyor, onlara özgünlük konusunda yol
çizmeye çalışıyorum.
Ayrıca tuvallerinizde formlarla
yarattığınız derinlik de çok önemli. Tuvallerinizin karşısına geçip baktığımda,
ruhumun ve bedenimin yavaş yavaş tuvalin içine aktığını hissediyorum. Arzın
merkezine yolculuk yapıyormuş gibi ya da uzayın derinliklerine çekiliyormuş
gibi…
Son
çalışmalarımda da, -bazı kişiler tuval sanatı bitti diyor, ben katılmıyorum-
çağdaş sanat ile tuvali birleştirdim. Bilen anlayan görebiliyor. Bir opera
sanatçısı tablomu almıştı, tuvalimin önünde beste yapıyormuş. Ben de bazen kendi
resimlerimin karşısında uzanır, düşünürüm.
Bana tuvallerinizden geçen birincil
duygu ‘özgürlük’… Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?
Yaşamımda
da öyleyim. Atölyemde özgür yaşıyorum. İstanbul’da çok yeni şeyler ürettim. Ben
kendimi sanata adadım. Sanatımla olmam lazım. Bir şeyler varsa bunları yoğurmam
lazım. Geriye bir şeyler bırakacaksam doğru şeyler bırakmam lazım. İnandığım
güç önümü hiç kapatmadı.
Sizin sanatınızın çeşitliliği karşısında
insan şaşırıyor. Geleneksel “camaltı” çalışmalarından yola çıkarak
geliştirdiğiniz “çağdaş camaltı” tekniği ise, ortaya koyduğu özgün üslubu ile
büyük dikkat çekiyor. Bu camaltı çalışmalarınız Amerika’da önemli
koleksiyonlara girerek çağdaş Türk sanatının bir başka örneğinin yurt dışına
taşınmasını sağladı sanırım. Bu tekniğinizden biraz daha detaylı bahsedebilir
misiniz?
Çağdaş
camaltının da yaratıcısı benim. Amerika’da ilk yaptığım zaman ‘vav bu nedir’
dediler. İlk camaltı çalışmasını 1986 yılında yaptım. Yalnız o dönemler, bu
çalışmalarımı sergilememiştim, denemeler yapıyordum. 1986’lı yılların başında
ortaya çıkarmaya başladım ve 93 yılındaki sergimde yer verdim. Amerika’daki
birçok koleksiyona da girdi. Northeastern Üniversitesi’nden bir hoca, bir
psikolog çok aldı. Ama arşiv oluşturmadım. Nerede ne eserim var, kayıt
tutmadım. Türkiye’de camaltı çalışmalarda hep ‘Şahmeran’ vardır. Ben farklı bir
teknik uyguladım. Öğrencilik yıllarımda da mağara resimlerini seramik üzerine
uygulardım. Haluk Tezonar bir gün oturttu beni, yarım saat anlattı. ‘Çok
değerli, çok güzel, saygı duyuyorum bu çalışmalarına ama şunu bil ki aynısını
alıp koyma, daha da sentezle. Yeni bir şekil ver, etkilendiğini anımsatsın ama
benzeri olmasın’ diyordu. Biz böyle eğitim aldık. Camaltı çalışmalarım da işte
bu şekilde geleneksel tuval üzerine akrilik tekniğim ile özdeşleşiyor, onun bir
başka versiyonu.
Amerikan sanat tarihinde kalıcı bir yer
edinmiş oldunuz. Türk Sanat Tarihi’ndeki yerinizi nasıl yorumluyorsunuz?
Bu
ülkenin sanatına hizmet ediliyorsa, kim yeniyi yapmış, sanat insanları gidip
bulsun, yardımcı olsunlar. Benim de arkamda olsalardı, ben de çok daha başka
yerlerde olabilirdim. İsim vermek istemiyorum ama birçok sanat adamıyla
iletişim bile kuramıyoruz. Elbette ki Türk sanat tarihi yazıldığı zaman bende içinde
olacağım fakat henüz sanat tarihimiz yazılmadı ve bu gidişle de biz yazılacağı
zamanı da göremeyeceğiz…
Tüm bu çalışmalarınızın yanı sıra
İstanbul’un bazı Metro hatları için hazırladığınız eserler var. İstanbul Taksim
Kabataş hattı Taksim İstasyonu’nda metal üzerine akrilik 12 metrekarelik bir
resim çalışması; Feniküler Taksim İstasyonu’nda 7 metrekare camaltı resmi;
Metro Feniküler Taksim İstasyonu’nda dört buçuk metre çapındaki iki makaranın
kinetik sanat eseri haline getirilmesi ve yine aynı istasyonda 5 metrekare
karışık teknik İstanbul yorumu. Metro Şişhane İstasyonu Kasımpaşa holünde; 22.5
metrekare karışık teknik Modern Türkiye sentezi ve 15 metrekare Fetih
sentezinin yanı sıra peronlarda her biri 3.5 metrekare dijital tavan
çalışmalarınız bulunuyor. Taşınabilir nitelikteki sanat eserlerinizin kamusal
alanda yer almasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Onun
hikayesi şöyle. Bir gün telefon geldi, bir bayan atölyemi ziyaret etmek
istediğini söyledi. Metro Kontrol Mimarı olduğunu söyledi. Neyse iki bayan
geldi. Birisi Feriha Mert’ti. Çağdaş sanata tutkun biri. Feniküler’e götürdü
beni. Bu istasyonunun sanat kokan bir yer olmasını istiyorum dedi. Metal
üzerine akrilik 12 metrekarelik bir resim çalışması, 7 metrekare camaltı resmi,
dört buçuk metre çapındaki makaranın iki tarafının kinetik sanat eseri haline
getirilmesi ve yine aynı istasyonda 5 metrekare karışık teknik İstanbul yorumu
var. Burada dijital, resim, camaltı ve kavramsal çalışmam var. Dört ayrı dalda
çalışmam var. Orası benim özel müzem gibi. İlk açıldığında günde 75.000 kişilik
bir trafik vardı, şimdi arttı. Her gün o kadar insan benim sergimi geziyor. Feriha
Hanımın bana ulaşması da çok ilginç. Birçok sanatçıyla, üniversiteyle görüşmüş
ama özgün bir şeyler aramaya devam ediyormuş. Feniküler önemli, burada farklı
bir şeyler olmalı diyormuş. Bir gün şantiyede otururken, rüzgar bir gazete
parçasını ayağına getirmiş ve o gazetedeki fotoğrafta, ben bir eserimin önünde
yer alıyormuşum. Resmi görünce aradığımız bu demiş ve bir şekilde bana
ulaştılar. Eğer Feriha Mert gibi mimarlarımız bugün İstanbul’da yapılan dev yapılarda
görev almış olsalardı, İstanbul dünyanın sanat müzesi olabilirdi. Fakat her
mimarın o vizyonu yok demek ki. Hala otellerimizde bile Çin’den getirtilen
uyduruk resimler odalara, lobilere asılıyor. Oysa gerçek sanat eseri
asabilseler ileride paralarının üzerinde para eklemiş olacaklardır fakat,
patronlarımızda da o vizyon yok ki, bunlar olamıyor.
Ebru, hat, kaligrafi gibi Geleneksel
Türk sanatlarından yola çıkarak çağdaş bir üslupla yorumladığınız resim
tekniğinizi ‘Deepism (Deep Art-Derinlik Sanatı)’ olarak tanımlıyorsunuz.
Söylemlerinizde biraz ileri giderek ‘Kavramsal Sanat’ın yok olmaya başladığını
ve tuvalin yeniden ön plana çıktığını belirtiyorsunuz. Aslında bu bir teknikten
öte dünyada yaşanan değişimleri, sosyal hareketleri yorumlama biçimi mi?
Hayat
‘Deepism’i yaşıyor şimdi. Edebiyatta biyografiler gündeme geldi. Eskiden
yazılması olanaksız olan şeyler artık yazılıyor. Biyografilerde her şey en ince
detayına kadar anlatılıyor. İnsanlar gizli sırlarını bile kitaba döktüler. Fotoğraf
sanatında çok önemli gelişmeler oldu. Uzaydan sesleri topluyorlar. Bu hep dip
çalışma, derine inme. Uzay biliminde, fotoğrafta, edebiyatta, tıpta. Her şeyde
derinine çalışma var. Sanatta da derinlik, dip yaşanıyor. Bilgisayar
teknolojisi işin içine girdikten sonra bir dip oluştu. Böyle şeyleri hayal bile
edemezdik. Bazı şeylerin hazırlanması günler sürerdi. Ben bunu kendi tuval
resimlerime uyguluyorum. Katmanlar oluştu, üç boyutlar oluştu. Ben bu kavramı
2005 yılında söylemiştim. Bazı çevreler ya da kişiler bir Türk’ün bir kavram
ileri süremeyeceğini söylüyor ne yazık ki. Bizim eksiğimiz ne. Bir Türk bir
tekniği yaratabiliyorsa, bir kavram da öne sürebilir. 1974’te ilk kez doğa
düzenlemesi dediğimde bir Türk ilk defa düzenleme sanatının adını koymuştu. Ama
o tarihte sahip çıkamazlardı, o bilinçte kimse yoktu. Algılanmayabilirdi. Böyle
sanat yok deniyor ama ben yapıyorum ve benimle vardı sahip çıkılabilseydi.
Biraz da son dönem özellikle üzerinde
çalıştığınız dijital resimlerinizden konuşalım. Nasıl bir teknik
kullanıyorsunuz? Gerçekten derinliği ve renk kullanımı ile insanı etkileyen
çalışmalar. Bilim kurgu ve kolaj hissi veriyor. Ne zaman sergilemeyi
düşünüyorsunuz?
Dijital
çalışmalarımı 1988 yılında yapmaya başladım ve o tarihten beri 3 bine yakın
çalışmam oldu. Son zamanlarda üzerinde yoğunlaştığım çalışmalarımda 3-D
teknikler de kullanarak, tuval resimlerimi yarattığım objeler üzerinde uygulamaya
başladım ve bu çalışmalarım dijital teknik alanında bir yeniyi ortaya koymaya
başladı. Ben yapıncaya kadar herhangi bir tuval sanatçısı, tuval üzerinde
yapmış olduğu çalışmalarıyla dijital ortamda ikisini bir araya getirerek,
resimlerindeki özgünlük ile, dijitali aynı platformda sanki tuval çalışmalarıymış
gibi birleştirmedi. Şimdilerde bu tür çalışmaların daha farklı versiyonlarını çalışanlar
olabiliyor…
İstanbul
Şişhane Metrosu Kasımpaşa girişinde 4 ayrı dijital çalışmamız bulunuyor. O
çalışmalarımın ikisine o zamanki asistanımın imzasını koydurttum çünkü kendisinin
de oluşum üzerinde fikirleri vardı. Ve Şişhane istasyonuna konulmuş olan 3 adet
15’er metrekare ve biri 22 metrekare olan çalışmalar, dünyada kamusal alana
konulan ilk orijinal dijital sanat eserleri oldu. Ülkemizde henüz bu konu gündeme
gelmediği için ise, Şişhane Metro istasyonuna konulan çalışmalarımız
anlaşılmadı. Veya kendi çevrelerinde olmayan sanatçıları ötekiler gibi gören
kesimlerin etkisiyle, o çalışmalar gündeme getirilmedi. Hatta bazı dergi ve
gazete adına bir muhabir çekimler de yaptığı halde, gazetede ve dergide yer
almadı. Şimdi buradan soruyorum ‘neden?’. Ve iddia ediyorum ki bu soruma yanıt
veremeyeceklerdir çünkü Şişhane Metro istasyonundaki o sanatsal dijital
işlerimizin medyada yer alması bilerek engellendi. İstanbul Kültür Başkenti
projesinde sözü edilebilecek tek çalışmalar da o çalışmalarımız oldu fakat
Kültür başkenti projesinde de iki kez toplantı yaptığımız halde, etkinlik
yapmamızın önü kesildi… Şimdi bu koşullarda ülkemizde sanat yapabilmenin ne
derece zor olduğu da ortaya çıkıyor. Ben dijital çalışmalara 1988 yılında imza
atmışım, 2001 yılında Ankara’da dünyadaki ilk kişisel dijital sergisini açmışım
fakat benim sözde sanat çevrem 2000’li yıllarda dijital çalışmalara şöylesine
bulaşmış bazı isimleri ülkemizin ilk dijital sanatçıları diye lanse etmeye
başlamışlar. Güler misin ağlar mısın misali…
Hangi özel ve kamu koleksiyonlarında
eserleriniz bulunuyor ya da eserlerinizin en çok hangi müze ya da kurumun
kalıcı koleksiyonunda olmasını arzu ederdiniz?
Eserlerimin
bulunduğu kurumları şöyle sıralayabilirim: Amerika’da Chicago Yabancı Basın
Merkezi, Ohio Eyalet koleksiyonu, Chicago Belediyesi koleksiyonu (bu
koleksiyona ait olan bir çok çalışmam Chicago civarındaki okullarda
bulunmaktadır ve Chicago belediyesinin
envanterinde kayıtlıdır), Amerika eski Dış İşleri Bakanı Alexsandr Haig
koleksiyonu, High Flight Foundation (Yüksek Uçuş Vakfı) Colorado-Springs,
Truman Üniversitesi Chicago, Illinois Eyalet koleksiyonu, Dış işleri
koleksiyonu, Chicago Türk Konsolosluğu, New York Türk Evi, Adalet Bakanlığı
koleksiyonu, Anadolu Adalet Sarayı (Ana salonda 82 metrekare cam altı
enstelasyonu, baş savcı ve adalet komisyonu başkanı salonları ve baş savcı
odası dahil, 20’nin üzerinde çalışma), Fuji Film İstanbul cam altı ve tuval
çalışmalarım, Grand Yazıcı Otel Uludağ, Anadolu Ajansı-Ankara, İstanbul
Büyükşehir Belediyesi, Proje 4L Elgiz Çağdaş Sanatlar Müzesi, Cumhurbaşkanlığı
koleksiyonu (Sayın Fahri Korutürk zamanından), Kültür ve Turizm Bakanlığı
koleksiyonu, Bahçeşehir Koleji koleksiyonu, Terakki Vakfı koleksiyonu, Vestel (Manisa),
Bakırköy Belediyesi.
Siz birçok sanatçıdan farklı olarak tüm
dünyada yayınlanan sanat dergilerini, gazeteleri, sosyal medyayı çok yakından
takip ediyorsunuz. Fuar, bienal, sergi gibi etkinlikleri de kaçırmamaya özen
gösteriyorsunuz. Atölyenize kapanıp üretim gerçekleştirmek yerine, sanat
ortamından beslenip atölyenizde üretime devam ediyorsunuz. Bu dışadönüklük sizi
nasıl besliyor?
Öncelikle
benim savunduğum sanatçının özgün olmasıdır. Birilerinin yapmış olduğu sanat
üzerinden beslenmek veya o yapılmış olanlara gönderme yapmak benim işim değil.
Bırakın sanatı, yaşamımda hangi konuya odaklanmışsam mutlaka o alanda bir
yenilik yapmak için çaba harcamışımdır ki bunun çokça örnekleri bulunmaktadır.
Sanatta ise ‘kimsenin yaptığı gibi sanat yapmayacağım, kendime özgü sanatı
yapmaya özen göstereceğim’ iddiasıyla sanat yaşamına atıldım ve bugüne kadar da
iddialarımı kanıtlamış olduğumu ortaya koymuş bulunuyorum. Jackson Pallock
döneminde sanat yapıyor olsaydım mutlaka bugün dünya sanat tarihinin göbeğinde
yer alıyor olacaktım. Benim sanat yaptığım dönemlerde ekmek aslanın ağzındaydı
ve popülizm ile sanat birbirine karıştırılmaya başlanmıştı ve bugünde bu durum
tüm hızıyla devam ediyor… Şu anda Amerika’da yayınlanmış olan literatürlerde
yer alıyorum fakat o ansiklopedik yayınlarda yer almamın kendi dürtüm ile
ilgisi yoktur. Yapmış olduğum sanatsal çalışmalarım ve etkinliklerim,
Amerika’da medyaya ve sanatsal kurumlara yansımış olan haberlerimden oralara
taşındım. Oysa bugün bakıyorum sanatçılar ve menajerleri sanatçının bir yerlere
girebilmesi için kılı kırk yarıyorlar, müzelere sanat eseri hediye ediyorlar
sonra da ‘eseri müze satın aldı’ diyorlar. Başyapıt diye öne sürülen bazı
sanatçı eserlerinin, iddialı uzmanlar tarafından belirlenmemiş olduğu şaibeleri
dolaşıyor. Siz bir yeniyi ortaya koyuyorsunuz, sözde sanat uzmanları ya kötü
niyetleri veya anlamadıkları için görmezden geliyorlar. Ben biliyorum ki
gelecekte yapmış olduğum sanat çalışmalarım gerçekte hak ettiği yere oturtulacak
ve o zaman bugünden yazmış olduğum ve halen yazmaya devam ettiğim notlarım
ortaya çıktığı zaman birileri hala yaşıyorlarsa çok utanacaklar, ölmüşlerse de bunlar
yazılıp çizilecektir… Kimsenin ülkemin sanatçısına ve sanatına haksızlık
etmesine göz yumamıyorum ve bu yüzden de bazı çevreler ‘doğru söyleyeni dokuz
köyden kovarlar misali’ gizliden benimle uğraşıyorlar ve hepsinin isimleri de
notlarımın arasında…
Amerika’dan
Çin’e kadar sanat ile ilgili yayınları takip ederken, dünya sanatı içerisine ülkemizden
neleri katabileceğiz sorusuna da yanıt arıyorum. Mutlaka bizim de dünya sanatı
içerisinde ilklerimiz vardır ve benim Kar Resmi projem de Dünyada kar üzerine
yapılan ilk resim olarak yer alıyor. O zaman ülkemde sanattan nemalanan ve resmi
ve özel fonları kullanan isimlerin bir adım gelmesi gerekiyor ki, ülkemin adını
altın harflerle bir yerlere yazdırayım ve benim gibi çalışan sanatçılar da
yazdırmaya devam etsin…
Bence en naif projelerinizden biri
‘Barış’ın Kelebekleri’, barış için rengarenk kelebekler fikri nasıl ortaya
çıktı? Unusual Care Art - Sıradışı Sanat Grubu ile birlikte 10 Kasım 2013’te bir
dış mekan yerleştirmesiyle, doğumdan ölüme kadar olan süreci, kendi sanatınızla
resimlediğiniz yaprak objeleriyle gerçekleştireceksiniz. Hem bu etkinliğiniz
hem de Sıradışı Sanat Grubu’nu anlatabilir misiniz?
10
Kasım’da planladığım çalışmayı şimdilik başka bir mekan ve tarih olarak
ertelemiş bulunuyorum. Barışın Kelebekleri; barış için bir mesaj verilecekse,
bu mesaj çaba harcanarak verilmelidir fikri ile ortaya çıktı ve barışın kelebekleri
olarak resimlediğim kelebek formlarını ilk olarak Kaçkar Dağları’nın 3 bin 400
metresinde, sonra 58 maket kelebeği İstanbul Moda’da ve son olarak Palandöken
Kayak Merkezi’nde sergiledim. ‘Barışın Kelebekleri’nin mantığı bir barış
çağrısı. Herkes barış istiyor. Ama o yolda çaba sarf etmek, yorulmak önemli. 3.400
metreye kadar tırmandım, Deniz Gölü’nde sergilemeyi planladım. Barışı ancak böyle
bir güzellik içinde anlatabilirdim. Kelebeğin ömrü kısadır ama oraya tırmanıp,
o eforu harcadığım için, kelebeklerin de ömrünü uzatmış oldum. Barışın da ömrü
uzun olsun mesajı vermek istedim. Böyle güzellikler içinde barış olsun.
‘Doğumdan Ölüme’ projesinde ise doğumdan ölüme kadar geçen süreyi en iyi ifade
eden araçlardan biri yapraktır. Küçük bir tohum filizleniyor, yaprak çıkarıyor,
büyüyor, sonbahar gelince soluyor, toprağa düşüyor ve yok oluyor. Bir yaşam
döngüsünü yaprak çok iyi anlatıyor. İnsanlara bunu anlatmak istiyorum. Herkes
bir gün ölecek, bunu düşünmek lazım ama dert de edinmemek lazım. Hiç ölmeyecek
gibi yaşamak lazım. Kalıcı, güzel şeyler yapmak lazım. Benim en büyük amacım da
dünya sanat tarihine kalmak.
Unusual
Care Art- Sıradışı Sanat Grubu’na dahil olan sanatçıların sayısı giderek
çoğalıyor ve sanatın iyi niyetle bir araya gelinmiş olan grubu anlamında
gelişiyor. Grubun sayısının giderek yüzlere ve binlere ulaşması planlanıyor ki
bu sayede sanatın ve sanatçının ülkemizdeki gücü de ortaya çıkmış olacaktır. Gruba
katılan üyeler arasında herhangi bir ayırım güdülmüyor ve grup içinde renk,
dil, ırk, din gibi ayırımlar gözetilmeksizin sanatsal etkinliklere imza
atılması ve aynı zamanda sanatın sorunlarına değinilmesi, çözümler aranması da
grubun amaçları arasında bulunuyor.