21. yüzyılın en çok merak uyandıran sanatçılarından Fernando Botero’nun, 64 yapıttan oluşan kapsamlı sergisi, 4 Mayıs - 18 Temmuz 2010 tarihleri arasında Pera Müzesi’nde yer aldı. Başarılı resim ve heykel kariyerinin yanı sıra sıcak ve samimi kişiliğiyle de izleyicileri büyüleyen Botero ile sanatının detaylarını konuşmuştuk. Artam Dergisi’nin 6. Sayısında yayınlanan röportajımızı sanatçının anısına tekrar yayınlıyorum. 15 Eylül 2023 tarihinde hayata veda eden Botero ışıklar içinde uyusun.
Röportaj: Ümmühan Kazanç - Olgaç Artam
Fernando Botero, “Rafael’in Ardından” tablosunun önünde.
Pera Müzesi’ndeki
serginizle Türk sanatseverlerle ilk kez buluşuyorsunuz. Resimlerinizi
İstanbul’da sergilemeye nasıl karar verdiniz?
Türkiye’de Pera Müzesi gibi kurumlar Avrupa ve Amerikan
sanatını Türk halkına tanıtıyor. Bu nedenle, Latin Amerikan dünyasında tamamen
bilinmeyen, böyle derin bir kültürü olan bir ülkede işlerimi sergilemek benim
için çok ilginç. Buna ek olarak, bir sanatçının evrenselliğine, farklı yerler
ve kültürler tarafından beğenildiğinde ve anlaşıldığında inanırım.
Beş yıl önce Pera Müzesi benimle iletişim kurduğunda, ben müzenin varlığından bile haberdar değildim. Ancak çok kısa bir süre içinde kendi daimi koleksiyonları, müze programları, Rembrandt, Joan Miró ve Marc Chagall gibi geçici sergileri ile profesyonelliklerinin ve sorumluluklarının derecesini anladım. 2008’in son dönemlerinde, aslen Kolombiyalı, 2007 yılından bu yana Kolombiya Fahri Başkonsolosu olan ve benim kızımın arkadaşı Olga Valencia Apa benimle temasa geçti ve tekrar müzeyi tanıttı. Sonuç olarak, Türk sanatseverlere işlerimi tanıtmak için bu iddialı proje üzerinde yaklaşık bir buçuk yıldır çalışıyoruz. Ayrıca Müze Vakfının kurucusu Suna Kıraç’ın benim bir hayranım olduğunu öğrenmek beni çok mutlu etti. Ne yazık ki, İstanbul’u daha önce ziyaret etme fırsatım olmadı. Bu benim ilk ve çok heyecan verici gezilerimden biri. Orhan Pamuk’un İstanbul adlı romanını okuyarak bu olağanüstü keşif için kendimi hazırladım.
Fernando Botero, “Velazquez’in Ardından”,
2006, tuval üzerine yağlıboya, 205x176 cm.
Resimlerinizde ve
heykellerinizde Latin Amerikan hayatını anlatıyorsunuz. Pera Müzesi’ndeki
serginiz altı bölümden oluşuyor. Bu serginin konseptini nasıl açıklıyorsunuz?
Sergide, son 20 yıldaki işlerimden 64 adet yağlıboya tablo
yer alıyor. Boğa güreşleri, sirk, eski ustaların tablolarının yeni yorumları,
natürmort ve Latin Amerikan hayatından sahneler gibi farklı konular yer alıyor.
Eserlerimde folklorik elementlerle Latin ve Kolombiyalı kimliğim ve aynı
zamanda büyük ustaların eserlerinden etkiler benim ilham kaynağımdır. Sirk,
boğa güreşi, Latin Amerikan insanları, Latin Amerikan hayatı, natürmortlar ve
sanat tarihinin eski başyapıtlarının versiyonları benim kültürümden ve
hayatımdan pek çok örnekler içerir. Akrobatlardan matadorlara, dans eden
insanlardan çıplak âşıklara, kardinallere, üzgün palyaçolara ve müzisyenlere uzanan
farklı bir yolculuktur.
Fernando Botero, “Velazquez’in Ardından”, 2006,
tuval üzerine yağlıboya, 205x176 cm.
Kendinizi
“Kolombiyalı sanatçıların en Kolombiyalısı” olarak nitelendiriyorsunuz. Neden
bu unvanı kullanmaya karar verdiniz?
Bir sanatçı şüphesiz çeşitli formlardan nedenini bilmeden
etkilenir. İçgüdüsel olarak bir pozisyon alırsınız ve daha sonra bunu
rasyonelleştirirsiniz ya da düzeltmeye çalışırsınız. Ben esasen soyut çalışan
bir sanatçıyım; renk, şekil ve oranları içgüdüsel bir estetik düşünce ile
seçiyorum. Şu anda yılın sadece bir ayını Kolombiya’da geçirmeme rağmen, kendimi
sanat dünyasının uluslararası eğilimlerinden yalıtılmış en Kolombiyalı sanatçı
olarak düşünüyorum.
Fernando Botero, “Baş”, 2006, tuval üzerine
yağlıboya, 203x170 cm.
Tuvallerinize
yansıttığınız “geniş ve şişman insanları” seviyor musunuz ve onlar sanatsal
hayatınızın nasıl bir parçası haline geldiler?
Her zaman beni resimlerimdeki hacim ilgilendiriyordu. Genç
ve öğrenciyken Floransa’da yaşadım. Floransalı sanatçıların düz bir yüzeyde
hacim ve mekân yanılsaması yaptıkları bilinir. Sonuç olarak, başından beri ben
hacimsel sanat eserleri yapmaya ilgi duydum. Benim stilistik amacım, ölçüleri
genişletmeye uzanır. Bunu yaparak, daha fazla renk kullanmak için daha fazla
alan yaratabilirim ve ifade etmek istediğim duygusallığı, zenginliği ve formun
şehvet düşkünlüğünü daha iyi iletebilirim.
Fernando Botero, “Otoportre”, 1992, tuval üzerine
yağlıboya, 193x130 cm.
Siz ayrıca natürmort
ve peyzaj da çalışıyorsunuz. Sirk Koleksiyonunuz ile ilgili bir röportajınızda
“Hepsinin ardından basit şeylere dönerim: natürmortlar” demişsiniz. Sade bir hayatı
mı tercih ediyorsunuz? Resimlerinizi belirli bir sanat akımına ya da hareketine
yerleştirmek kolay değil. Sanatsal pozisyonunuzu nasıl açıklıyorsunuz?
Bir sanatçı asla tam değildir. Sanatları sürekli değişim
içinde olmasına rağmen insan olarak onlar asla değişmezler. Sanatta eserlerin “ilkbahar
ya da kış koleksiyonu” olamaz. Kişisel tarzını geliştirmek için önemli olan
güçlü bir maneviyat ve kararlılık duygusuna sahip olmak gerekir. Sanatta
mükemmelliğin ne olduğuna güçlü bir şekilde sizin inanmanız gerekir.
Sizin ne yaptığınızı ortaya koyan ve onu eşsiz ve hatasız
olarak damgalayan bir başlangıç vardır. Eğer büyük sanat konusundaki görüşümü
değiştirseydim, muhtemelen tarzımı da değiştirirdim. 15. yüzyıl tablolarını
yeteri kadar anladığım ve sevdiğim için şanslıyım. Bu işlerime derinlik ve
yoğunluk verdi. Bu önemli geçmiş beni besledi ve tez canlılık, araştırma ve
kişisel stilimi yaratan sanatta bir güzergâh çizmeme yardımcı oldu.
Fernando Botero, “Parkta”,
2004, tuval üzerine yağlıboya, 163x206 cm.
Katolik Kilisesinin Barok tarzı benimsediği Medellín, Antioquia, Kolombiya’da doğdunuz. Çocukluğunuz boyunca geleneksel sanat formlarından izole yaşadınız. Daha sonra matador okulunda okudunuz. Bu tecrübeler sanatsal hayatınızı nasıl etkiledi?
Benim gençliğimin Medellín’i, bugünün genişleyen
metropolünden tamamen farklı bir şehirdi. 1930’larda ben hala bir boğa
güreşçisi olmanın eğlenceli hayallerini kurarken bile Medellín, pratikte
Kolombiya’nın geri kalanından kopuktu. Şehri çevreleyen dağları aşacak yollar
yoktu, Medellín’i komşu kasabalara ulaştıracak ekspres yollar yapılmamıştı.
Medellín, yaratıcılığımı körükleyecek, hayal gücümü
genişletecek müzelerden yoksundu. Ancak, on beş yaşıma geldiğimde modern sanat
ile ilgili bir kitap görebildim, Picasso’yu, izlenimcileri ve diğer sanatçıları
keşfettim. Hatta bu şeyin sanat olduğunu bile bilmiyordum. Bu kitabın sayfaları
arasında dolaşmak kendimi keşfetmemi, 27 yaşında Avrupa’ya sanat okumaya
gitmemi ve sanatın hayatımın amacı olduğunu öğrenmemi sağladı.
1948’de Medellín’de halka açık bir sergide ilk kez
çalışmalarımı sergiledim. 18 yaşında hala öğrenciyken, Medellin’in başlıca
gazetesi el Colombiano’nun Pazar eki için resimler çizmeye başladım. Diego
Rivera ve José Clemente Orozco gibi başlıca sanatçıların başını çektiği Meksika
duvar resimleri, o dönemde benim sanatımın şekillenmesinde önemli rol oynadı.
1952 yılında Madrid’e taşındım ve Academia San Fernando’ya
kayıt olduğum. Prado Müzesinde, İspanyol ustalar Velasquez ve Goya’nın
eserleriyle karşılaştım. Turistler için büyük ustaların kopyalarını yaparak
bütçeme katkıda bulundum. Akademi’de herkes kendi stilini geliştirmeye
çalışıyordu ama benim öğrenmek istediğim tek şey teknikti. Madrid’deki ikinci
dönemimin sonunda Paris’e gittim, neredeyse tüm zamanımı Louvre’da usta
ressamları çalışarak geçirdim.
Sonra 1953’te Floransa’ya gittim ve 18 ay boyunca fresk
tekniği tekniğini çalışmak için San Marco Akademisi’nde kayıt yaptırdım.
1955’te Bogota’ya geri döndüm ve 20 resmim Ulusal
Kütüphane’de sergilendi. Sergi bir fiyaskoydu. Sonra Mexico City’e taşındım. “Mandolin
ile natürmortlar (1957)” üzerine çalışırken aklıma hacimleri abartarak formları
değiştirme fikri geldi. Meksika’da resimlerimi satarak geçinebiliyordum.
1958 yılında, 26 yaşındayken, 2 yıl için Bogota Sanat
Akademisine resim profesörü olarak atandım. Daha sonra üçüncü kez Kolombiya’dan
ayrılarak sınırlı bir bütçe ve zayıf İngilizcem ile New York’a taşındım.
Greenwich Kasabası’nda bir tavan arası kiraladım. Birkaç portre yapmış olmama
rağmen, direkt model üzerinden çalışmayı sevmiyorum. Onlar benim tarzımı
kısıtlıyor ve özgürlüğümü alıp götürüyor. Kendi hayal gücümü izlemek için
tamamen özgür olmayı tercih ediyorum.
Fernando Botero, “Kız
Kardeşler”, 1969-2005, tuval üzerine yağlıboya, 173x204 cm.
Benim ilk büyük Avrupa sergim Ocak 1966’da, Almanya
Baden-Baden’deki Staatiche Kunsthalle’de yapıldı. Önümüzdeki birkaç yıl içinde
sürekli Kolombiya, New York ve Avrupa arasında dolaştım. Paris’teki ilk sergim
Eylül 1969’da Claude Bernard Galeri’de yapıldı.
1984’te, Medellín Antika Müzesi’nde özel olarak inşa edilen salonda
heykellerim sergilendi. Sonraki iki yıl neredeyse sadece boğa güreşi resimleri
yaptım. En büyük boğa güreşçisi ressamı olmak için çalıştım ve böylece insanlar
boğaları düşündükleri zaman otomatik olarak benim resimlerimi düşüneceklerdi.
2000 yılında, Kolombiya’da biri Bogota’da diğeri Medellín’de
olan iki müzeye büyük bir sanat koleksiyonu bağışladım. Koleksiyonda 200’den
fazla benim tablo, çizim ve heykellerimin yanı sıra Picasso, Monet, Renoir,
Pissarro, Degas, Toulouse-Lautrec, Matisse, Chagall, Miró, Klimt, Dalí, Henry
Moore, Matta, Rauschenberg, Schnabel, Stella ve diğer sanatçılara ait eserler
bulunuyor.
Fernando Botero, “Kâğıt Oynayanlar”, 1999, tuval
üzerine yağlıboya, 107x136 cm.
Hiç Türk ressam ve
heykeltıraş tanıyor musunuz?
Bu İstanbul’u ilk ziyaretim ve maalesef sadece kısa bir
zaman için. Bu kısa süre içerisinde zamanınım çoğunu İstanbul’a ve onun
tarihsel anıtlarına hayranlık duyarak geçirdim. Bir sonraki ziyaretimde Türk
Çağdaş sanatını yakından keşfetmeye niyetliyim. Şu anda şehir karşı konulmaz!
Fernando Botero, “Duşta Kadın”, 2005, tuval üzerine yağlıboya, 200x122 cm. |